Kayıtlar

2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ingmar Bergman- Viskningar Och Rop/ Çığlıklar ve Fısıltılar

Resim
Kimse yüzleşmek istemiyor, herkes affedilmek istiyor. Modern zamanlarda mıdır yoksa ezelden beri böyle midir bilemiyorum ama kimsenin iyi ya da dürüst olmak gibi bir derdi yok. Bu çok zahmetli bir süreç. Çok fazla fedakarlık gerekiyor. Çok fazla acı çekmek lazım. İnsanoğlu için iyi olmanın bedeli çok yüksek. Fakat vicdanlarımızı rahatlatmak kolay, affedilmek yeterli. Biraz yakınlaşma, birkaç dokunuş ve huzur… Üstelik bunu sık yapmaya da gerek yok, sadece hayatın bize zaman zaman sorduğu ve bizi muazzam rahatsız eden sorulara yanıt vermek zorunda kaldığımız zamanlar, saçlarımızda bir el olsun yeter okşanmak için. Birden kan kırmızıdan beyaza dönüyoruz.

François Truffaut- L'Homme Qui Aimait Les Femmes/ Kadınları Seven Adam

Resim
Çoğu erkek, kadınlardan hoşlanıyor, onlarla birlikte olmak istiyor, onları sevdiğini sanıyor. Ancak sadece kendi erkekliklerini sevmeyi ikinci plana atabilen erkekler, kadınları gerçekten sevebilirmiş gibi geliyor bana. Özel bir kadını değil tüm kadınları sevmek böyle bir şey olsa gerek. L’ Homme qui aimait les femmes (Kadınları seven adam) tam da adı gibi, kadınları gerçekten seven bir adamın hikayesi. Özel bir kadını değil, sarışınları değil, uzun boyluları değil, kadınları... Bunun bir tek istisnası var. O da bacaklar… Kolayca laubali ve sinir bozucu bir film olabilecekken, Bertrand Morane’ın kadınlara olan sevgisinin inandırıcılığı sayesinde keyifle izlenecek bir yapıt oluyor. Rahatsızlık verici olabilecek bir karaktere, sempati ve şefkat besliyor insan. Aslında Bertrand Morane'in ve dolayısıyla da filmin, isteyene şefkat, isteyene fiziksel aşk, isteyene kendine güven vererek, aslında kendini bir ‘kahraman’ olarak görmeyerek, kadınların yolunda ölmeyi göze alarak samimi ol

Michael Winterbottom- Genova

Resim
Winterbottom’ın aklıma takılmasını, soyadına ve IF İstanbul’a borçluyum. Evet soyadına, itiraf ediyorum. Soyadı filmlerinden daha fazla metafiziğe sahip sanki. Tabii daha çok son dönem filmlerini izlediğimi de ekleyeyim. Hala soyadında ısrarlıyım :) İtalya kadar bir filme yakışan başka bir ülke var mıdır acaba? Sadece bir-iki şehri de değil üstelik. Hiç adını duymadığınız küçük bir şehrine gidin, yine de sokaklar sizi büyüleyecektir. Her an bir yerden çıkacak bir kamera arayabilir gözleriniz. Bu normaldir, 1 hafta içinde alışırsınız :) Bu yazı Alaçatı’da geçirmiş biri olarak, dekorun yapay olanı ile doğal olanını rahatça ayırabildiğime temin ederim sizi. İtalya sokakları, filmler için oluşturulmuş yapay dekorlar değil, film hileleriyle güzel gösterildikleri söylentisi tamamen asılsız. Aslolan, sarımsak kokusu sinmiş sokaklarda, ayaklarınıza batan Arnavut taşlarda yürürken ve balkonlardan sarkan sardunyalar sizi kutsarken, buraya aşık olacağınızı hissetmektir. Ama aşk ba

Ingmar Bergman- Ansikte mot Ansikte/ Yüz Yüze

Resim
Hayatımda attığım her adım için ya da söylediğim her söz için ‘Çocukluğunda şöyle olduğu için böyle yapıyorsun’ diyen ve kendini psikolog sanan komşu kadınlardan ve skeçlerde sıklıkla kullanılan ‘Bana çocukluğunuzu anlatın’ tarzı psikolog tiplemelerden o kadar gına geldi ki, filmlerde yönetmenlerin hayatından izler aramayı sevmiyorum. Kırmızı ruj süren kadınları öldüren seri katilin annesi, filmin sonunda anlarız ki,   erkeklerle buluşmaya giderken de hep kırmızı ruj sürüyordur. Bu bir intikam olsa, yine izlemeye değer belki ama psikanalitik göndermelerin filmin sonunda bu kadar açıkça gösterilmesi… En az Freudyen cinsellik kadar klişe. Hollywood sineması bize hiçbir gizem bırakmaz. Böylece hepimiz filmin sonunda her şeyi çözer ve gönül rahatlığıyla evlerimize gideriz. Neden modern anlatılardaki büyük gizemlerin altından hep klişeler çıkar?

Ingmar Bergman'la Tanışma

Son zamanlarda Ingmar Bergman’a takılmış durumdayım. Ben bir sinema dahisi değilim. O yüzden sinema üzerine yazmak benim için çok yeni. Sadece filmler bende yazma hissi uyandırıyor. Zaten internette kaybolmak fikri bile keyifli. Yeni yeni kült yönetmenlerin filmlerine ilgi duymaya başladım. Daha izlediklerim bir avuç. 25 yaşındayım. Geç mi kaldım? Sanmam. Bir arkadaşımın tavsiyesine göre kendime bir işi iyice öğrenmek için 5 yıl veriyorum. 30’umda görüşürüz. Bu yaşa kadar çoğu filmi izlememiş olmamın avantajları da var. Bana keşfedecek koca bir sinema tarihi sunuyor. Ingmar Bergman takıldığım ilk yönetmen. Son zamanlarda annemden çok Liv Ullman’ı görüyorum. Aslında bu sıcaklara Bergman hiç yakışmıyor. Onun siyah-beyazlarına bakarken, elimde bir kahveyle üşümek istiyorum. Perdeleri sıkı sıkı kapatsam da dışarıdaki neşeli çocuk seslerini önleyemiyorum ya da komşu kadın kahkahalarını. Ama Bergman’a bağlanıyorum. Onun filmlerini evimin beyaza boyalı tahtalardan oluşan yerine otura

Terrence Malick- The Tree of Life/ Hayat Ağacı

Resim
İmgeler, imgeler, imgeler… Resmen imgelere boğuldum. Yönetmen o kadar çok imge kullanmış ki, mutlaka çok önemli şeyler anlatmak istiyor olmalı diyor insan ve her birini çözmeye çalışırken ambale oluyor. Filmin derinliği kafama kakıldıkça kakılıyor ve ben bu kadar gözüme sokulan bir derinliğin altında nedense derin bir boşluk olduğu hissine kapılıyorum.

Zeki Demirkubuz- Masumiyet

Resim
Bazı kitaplar vardır hani, sadece anlatacak bir hikayesi olan... Bazı kitapların ise dikkate değer bir hikayesi yoktur. Yıllardır bildiğimiz senaryolar ama öyle bir anlatımları vardır ki başyapıt olurlar. Kitap alırken işte bu anlatımları ararım ben. O yüzden olsa gerek ergenlikten sonra polisiye ve bilimkurgu romanları çekmemeye başladı beni. Masumiyet’i izlerken bu romanları ayırma stilim geldi aklıma. Senaryo belki de film boyunca arkada açık olan televizyonda oynayan bir Yeşilçam filminde de olabilirdi. Ama o anlatım… İşte bu film üzerine sabahtan akşama konuşmak istememe ama kelimeleri bir türlü bulamamama neden olan o anlatım…
Neden yazıyorum? Çünkü hayatta yapmaktan sıkılmadığım tek şey. Maalesef sevmek bazen tek başına yeterli olmuyor? Neden blog açıyorum? Blog açmak kendine söz vermek gibi. Yazmaya ve devam etmeye... Neden sinema? Çocukken 'fantastik' olan her şeye bayılan biri olarak, hep bambaşka, belki de paralel bir evrenin varlığını hayal ettim. Bir gün biri gelip, bana özel olduğumu söyleyecekti. Yıllar geçti gelen giden olmadı. Ama bir gün bir kapı açıldı ya da bir aynadan geçtim. Sinemayı keşfettim. Artık özgürüm.