Kayıtlar

Ağustos, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ingmar Bergman- Ansikte mot Ansikte/ Yüz Yüze

Resim
Hayatımda attığım her adım için ya da söylediğim her söz için ‘Çocukluğunda şöyle olduğu için böyle yapıyorsun’ diyen ve kendini psikolog sanan komşu kadınlardan ve skeçlerde sıklıkla kullanılan ‘Bana çocukluğunuzu anlatın’ tarzı psikolog tiplemelerden o kadar gına geldi ki, filmlerde yönetmenlerin hayatından izler aramayı sevmiyorum. Kırmızı ruj süren kadınları öldüren seri katilin annesi, filmin sonunda anlarız ki,   erkeklerle buluşmaya giderken de hep kırmızı ruj sürüyordur. Bu bir intikam olsa, yine izlemeye değer belki ama psikanalitik göndermelerin filmin sonunda bu kadar açıkça gösterilmesi… En az Freudyen cinsellik kadar klişe. Hollywood sineması bize hiçbir gizem bırakmaz. Böylece hepimiz filmin sonunda her şeyi çözer ve gönül rahatlığıyla evlerimize gideriz. Neden modern anlatılardaki büyük gizemlerin altından hep klişeler çıkar?

Ingmar Bergman'la Tanışma

Son zamanlarda Ingmar Bergman’a takılmış durumdayım. Ben bir sinema dahisi değilim. O yüzden sinema üzerine yazmak benim için çok yeni. Sadece filmler bende yazma hissi uyandırıyor. Zaten internette kaybolmak fikri bile keyifli. Yeni yeni kült yönetmenlerin filmlerine ilgi duymaya başladım. Daha izlediklerim bir avuç. 25 yaşındayım. Geç mi kaldım? Sanmam. Bir arkadaşımın tavsiyesine göre kendime bir işi iyice öğrenmek için 5 yıl veriyorum. 30’umda görüşürüz. Bu yaşa kadar çoğu filmi izlememiş olmamın avantajları da var. Bana keşfedecek koca bir sinema tarihi sunuyor. Ingmar Bergman takıldığım ilk yönetmen. Son zamanlarda annemden çok Liv Ullman’ı görüyorum. Aslında bu sıcaklara Bergman hiç yakışmıyor. Onun siyah-beyazlarına bakarken, elimde bir kahveyle üşümek istiyorum. Perdeleri sıkı sıkı kapatsam da dışarıdaki neşeli çocuk seslerini önleyemiyorum ya da komşu kadın kahkahalarını. Ama Bergman’a bağlanıyorum. Onun filmlerini evimin beyaza boyalı tahtalardan oluşan yerine otura

Terrence Malick- The Tree of Life/ Hayat Ağacı

Resim
İmgeler, imgeler, imgeler… Resmen imgelere boğuldum. Yönetmen o kadar çok imge kullanmış ki, mutlaka çok önemli şeyler anlatmak istiyor olmalı diyor insan ve her birini çözmeye çalışırken ambale oluyor. Filmin derinliği kafama kakıldıkça kakılıyor ve ben bu kadar gözüme sokulan bir derinliğin altında nedense derin bir boşluk olduğu hissine kapılıyorum.

Zeki Demirkubuz- Masumiyet

Resim
Bazı kitaplar vardır hani, sadece anlatacak bir hikayesi olan... Bazı kitapların ise dikkate değer bir hikayesi yoktur. Yıllardır bildiğimiz senaryolar ama öyle bir anlatımları vardır ki başyapıt olurlar. Kitap alırken işte bu anlatımları ararım ben. O yüzden olsa gerek ergenlikten sonra polisiye ve bilimkurgu romanları çekmemeye başladı beni. Masumiyet’i izlerken bu romanları ayırma stilim geldi aklıma. Senaryo belki de film boyunca arkada açık olan televizyonda oynayan bir Yeşilçam filminde de olabilirdi. Ama o anlatım… İşte bu film üzerine sabahtan akşama konuşmak istememe ama kelimeleri bir türlü bulamamama neden olan o anlatım…
Neden yazıyorum? Çünkü hayatta yapmaktan sıkılmadığım tek şey. Maalesef sevmek bazen tek başına yeterli olmuyor? Neden blog açıyorum? Blog açmak kendine söz vermek gibi. Yazmaya ve devam etmeye... Neden sinema? Çocukken 'fantastik' olan her şeye bayılan biri olarak, hep bambaşka, belki de paralel bir evrenin varlığını hayal ettim. Bir gün biri gelip, bana özel olduğumu söyleyecekti. Yıllar geçti gelen giden olmadı. Ama bir gün bir kapı açıldı ya da bir aynadan geçtim. Sinemayı keşfettim. Artık özgürüm.