Ingmar Bergman- Ansikte mot Ansikte/ Yüz Yüze


Hayatımda attığım her adım için ya da söylediğim her söz için ‘Çocukluğunda şöyle olduğu için böyle yapıyorsun’ diyen ve kendini psikolog sanan komşu kadınlardan ve skeçlerde sıklıkla kullanılan ‘Bana çocukluğunuzu anlatın’ tarzı psikolog tiplemelerden o kadar gına geldi ki, filmlerde yönetmenlerin hayatından izler aramayı sevmiyorum.

Kırmızı ruj süren kadınları öldüren seri katilin annesi, filmin sonunda anlarız ki,  erkeklerle buluşmaya giderken de hep kırmızı ruj sürüyordur. Bu bir intikam olsa, yine izlemeye değer belki ama psikanalitik göndermelerin filmin sonunda bu kadar açıkça gösterilmesi… En az Freudyen cinsellik kadar klişe. Hollywood sineması bize hiçbir gizem bırakmaz. Böylece hepimiz filmin sonunda her şeyi çözer ve gönül rahatlığıyla evlerimize gideriz. Neden modern anlatılardaki büyük gizemlerin altından hep klişeler çıkar?


Ama konu Bergman olunca bunu yaparken korkmuyorum ve bilinçdışının önünde saygıyla eğiliyorum.

Ingmar Bergman bir Lüteriyen papazı olan babası Erik Bergman’ın katı disiplini altında büyümüş. Baba çocuk yetiştirme konusunda oldukça sert görüşlere sahipmiş. Hatta küçük Bergman altını ıslattığı için sık sık karanlık tuvaletlere kapatılırmış.

Aile araftır. Ne gidebiliriz ne de kalabiliriz. İyilik ve güzellikten oluşan bir zincirle evin en sevimli ve ışıklı odasına bağlıyızdır. Ölemeyiz ama yaşayamayız da. Bergman’dan izlediğim son film ‘Yüz yüze’ (Ansikte mot ansikte) bittikten sonra bu sözler ağzımdan dökülüyor.

Aslında bu söylem, Jenny’nin arafta kaldığı sahneleri izlerken en korkunç kabusların yine aileyle ilgili olduğunu gördüğümüzde neredeyse metafor olmaktan çıkıyor. Büyükannenin evinde umutsuzca dolaşan kız, kortuğu  kapıların arkasından küçüklüğünde kapatıldığı gardıropların çıkması, o gardıroplarda nefes alamadığı anlar, arafı oluşturur. İnsan arafta olduğu gibi, aile içinde de sıkışır kalır. Bu metaforları anlamak çok da zor olmuyor. Filmin sonundaki büyükanneyle yüzleşme sahnesinde her şey birer birer anlaşılıyor. Burada neredeyse başta bahsettiğim klişelere yaklaşıyor film. Özellikle de büyükannenin Bergman’ın babasını, gardırobun ise karanlık tuvaletleri çağrıştırdığını bildikten sonra…


 Ben metaforik anlamda da kullandığım için Jenny’nin kırmızı bir pelerinle dolaştığı sahneleri araf olarak yorumladım ama bilinçdışı olarak da görülebilir. Zaten başlarken de söylediğim gibi, ben çoktan bilinçdışının önünde saygıyla eğildim.

Jenny’nin intiharına kadar her şey ‘normal’. Hatta bir tecavüz yaşanmasına rağmen ‘normal’. Hepimizin hayatı kadar ‘normal’. Aslında yüzleşmekten kaçan herkesin hayatı kadar ‘normal’. İlk kez psikoloji öğrenmeye başladığımda, psikolojik mekanizmalar hakkında sorulan ‘Hocam ya bu böyle olmasaydı?’ sorularını hocaların sıklıkla ‘Şu an akıl hastanesinde olurduk’ diye cevapladıklarını hatırlıyorum. Jenny’nin geçmişiyle ve ölüm korkusuyla yüzleştikten sonra intihar etmesi de bu açıdan manidar. Yüzleşmemek gerekiyor belki de. ‘Böyle olması’ gerekiyor. Özellikle geçmişle, aileyle ve ölümle yapılan bir yüzleşmeden sağ çıkmak kolay değil. İşte tam burada Jenny, hocamın söylediği ‘böyle olmasaydı’ kısmına bir örnek oluşturuyor. Ve sonu aynı hocamın dediği gibi akıl hastanesinde bitiyor. Ne yani, kendimizi sorgulamamalı mıyız? Kendimize hiç sormamalı mıyız? Zaten bu olması gereken bir psikolojik mekanizma, napalım biz böyleyiz mi demeliyiz? Jenny kendi hayatını ‘normal’ bir şekilde yaşarken nereden çıktı tüm bunlar? Aslında her zaman arkasında olan ve onun yüzünü dönmesini bekleyenler? Her yüzleşme bizi özgürleştirir ama aynı zamanda ayağımızın altındaki zemini de çekip alır. Jenny de bir yüzleşme sonrasında sahip olduğu güvenlik duygusunu, ayağının altındaki zeminini kaybediyor. Sonrası boşluk… Sonrası araf… Daha sonrası özgürlük…

Zamanında filmin intihar sahnesi yasaklandı mı çok merak ediyorum. Zira beni intihara özendirdi. Sakin sakin, avuç avuç hap yutan kadın… Çocukken bir şarkı vardı. ‘Bir gün, bir gün bir çocuk eve de gelmiş kimse yok. Açmış bakmış dolabı. Şeker de sanmış ilacı. İçmiş içmiş bitirmiş. Akşama sancı başlamış…’ diye devam ediyordu. İtiraf ediyorum küçükken canım şeker değil hap isterdi bu şarkı yüzünden. Hapları böyle bir şey sanırdım. Gel de çocukluğundan kalan izleri inkar et.

Babaannenin evi aşırı sevimli ve aşırı sıcak. Aynı, sıcak havanın insanı bunaltması gibi. Soyut anlamında da aşırı sıcak bu ev insanı boğuyor. Bu sevimlilikte beni tedirgin eden bir taraf var. Ürkütücü… Palyaçolar gibi. Sevimli olması gereken kocaman kıpkırmızı bir burun ya da bahçede oynayan sevimli bir çocuk, kocaman bahçeli bir ev ve mutlu bir aile gösterilerek başlayan korku filmleri gibi. Altında bir şeyler var. Sahte bir şeyler. Büyükanne sabah aydınlıkta torununa kahvaltı hazırlar. Ne kadar iyi, ne kadar da fedakar bir büyükannedir. Oysa torun evde gezinmeye başladığında karanlıkların içinde korkunç ve öfkeli bir başka yaşlı yüzü belirir. Bu yüz aslında çocukluğunda çok katı olan büyükannenin ona ya da başkasına kızdığı zamanlardaki yüzüdür. Hangisi gerçektir?

Aile böyle değil midir? Hepimizin evleri… Bir tarafıyla, güler yüzlü suratlarıyla aydınlık, iyi, diğer tarafıyla karanlık ve öfkeli. Mutlak iyinin olamayacağı, herkesin hatalarının olabileceği kabul edilirken aile neden bu kadar kutsaldır. Aslında hem soruyorum, hem kendim cevap veriyorum. ‘Normal’ hayatın sürdürülebilmesi için ‘aile’ gereklidir.
-          Hocam ya böyle olmasaydı?
-          Sonu intihardı yavrum.
.
Yazarken hep soru sorduğumu fark ettim. Bu da bir teknik tabii ki. Ama aklıma Bergman’ı anlatan bir yazı geliyor tam da burada.

“Bergman için yalnız olmak demek sorular sormak demektir. Film yapmak ise bu sorulara cevap vermek. Hiçbir şey klasik biçimde bundan daha fazla romantik olamaz.” (1958, Godard). 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar