Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar

Hollywood bütün hayatımızı şekillendiriyor. Anlayacak yaşa gelip de bazılarımızın burun kıvırmasıyla da geçmiyor bu etki. Çocukluğumuzda izlediğimiz her kare bilinçdışımızın bir köşesine kayıtlı. Severken de, ayrılırken de, korkarken de, kullandığımız bu kodlar hep Hollywood’dan. Beyaz atlı prensler beklememiz de, her yerde paranormal varlıklar aramamız da, evliliği, aşkın son durağı sanmamız da hep bundan.

Romantik komediler hep aynı şekilde ilerler. İmkansız bir aşk, önce kavuşulamaz olma, sonrasında romantik bir kavuşma, mutlu son ve tüm bu sürece eşlik eden bayat espriler. Peki ya sonrası? Sonrasını hiç düşündünüz mü? Ya o çok büyük aşkların bile bitmesi, tutkuların sönmesi, tahammül duygusunun seni temelli terk etmesi, alışkanlıklar, bağımlılıklar… Ortaklık duygusu veren tek şeyin faturalar olması… Bunları anlatmıyor bize Hollywood, biz de çocukken hatta gençken hakikaten bir mutlu son var sanıyoruz. Aslında bir mutlu son var. Bir son var. Evet mutlu ama o son işte; evlilik. Evlilik, mutlu bir son. Bir son… Mutluluğun sonu…

‘Bir Evlilikten Manzaralar’ yine kendi mahreminden izler taşıyan bir Bergman filmi. Johan ve Marianne… Evlilik çıkmazında iki kişi... Tutkularını toplum uğruna feda etmiş, mükemmellik balonunun içinde oksijensiz kalmış iki kişi… Seçtikleri fotoğrafın içinde ‘mutlu mesut’ yaşarken aslında her şeyin yalan olduğunu anlamış bir çift, tutkuyu yeniden keşfeden bir adam ve kendini sil baştan inşa eden bir kadın… ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ altı bölümden oluşan ve bir evliliğin inişli çıkışlı tüm hallerini keskin bir anlatım ve ısrarcı bir sakinlikle anlatan bir film. İçinde Bergman’dan parçalar bulabileceğimiz ama bu sefer bilinçdışı çukurlarına inmeden bunu yapabileceğimiz bir film. “Bergman, rollerin net tanımlandığı, sosyal baskının hüküm sürdüğü ve eğitim yoluyla hakkında yanılsamalar içinde olduğumuz evlilik çerçevesinde kadının bağımısız kimliğini süredürmesinin ne kadar zor olduğunu sahneye koyuyor.”1

Peki çocuklar nerede? Bir evliliğin olmazsa olmazı çocuk değil midir? Anne olmadan gerçek kadınlar olamayacağımıza inananlara göre çocuksuz evlilik de evlilikten sayılır mı ki? Bergman’a çocukların var olup da neden bir evlilikten manzaralara dahil edilmediği sorulduğunda, yönetmen şöyle cevap verir; “Ben sadece o iki insan, Marianne ve Johan üzerine odaklanmak, akrabalar, arkadaşlar ve neredeyse konunun dışında kalan herkesten uzaklaşmak istedim. Eğer çocukları işin içine dahil etseydim, iki sebepten dolayı çok karmaşık bir hal alacaktı. Birincisi, çocukların birlikte çalışmak açısından çok zor olması nedeniyle- yönetmenden korkmaları. İkincisiyse, bunun benim kişisel olarak çözemeyeceğim bir problem olması nedeniyle.”2 Fakat elbette çocukların işin içine dahil edilmediği bir evlilik manzarası çok Bergmanvari bir durum. Bu yüzden ben filmi bir evlilikten değil de bir kadından manzaralar olarak okumak istiyorum. Bu film,bir kadının kendini inşa etme, kendini yeniden kurma, ‘kişiliği’ni kazanma filmi. Marianne adım adım bu noktaya giderken, biz de evliliklerinin aldığı şekilleri izliyoruz bu altı bölümde.

MASUMİYET VE PANİK


Masumiyet ve Panik adlı ilk bölümde, kendine özgüveni tam ve hatta ukala sayılabilecek bir adamla ve kendini ancak kocası üzerinden tanımlayabilen bir kadınla karşılaşıyoruz. Film bir röportajla başlıyor. Çiftin ne kadar mükemmel olduğunu anlatan bir fotoğrafla. Burada biraz düşünmek istiyorum. Hepimiz bu mükemmeliyete inanmıyor muyuz? Zihinlerimizde böyle bir hayatın özlemini çekmiyor muyuz? Daha doğrusu böyle yetiştirilmedik mi ve kafalarımıza her gün böylesi tablolar kazınmadı mı? Çocukluğumuzdan beri biz kadınlardan iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir evlat olmamız istendi. Bunun farklı versiyonlarına iyi bir çalışan maddesi de eklendi. Hepsi olmamız, hepsinde kusursuz olmamız beklendi. Sadece ailemiz değil, toplum da bizden bunu bekledi. Peki şimdi mutsuz olduğumuzda, bütün bunların sadece güzel bir resim olduğunu, olabileceğini kim anlatacak bizlere? O bizi baskılayan toplum nerede şimdi? Peki bizi çok seven ailemiz, kendi mutsuzluklarının da doğduğu yere doğru iteklerken bizi, o sevgileri neredeydi? Sözüm evli, mutlu ve çocuklulara değil tabii ki. Bu işte bir terslik olduğunu sananlara. Gerçekten bir terslik var mı? Orası beni aşar. Ben burada ‘evlilik boktandır’ sözünü sadece kendi hayatım açısından söyleyebilirim. İtirazı olanları da, gerçekten arzu ettikleri resimde yaşayan ve bunu sahicilik ve mutlulukla yapanları da dinlemek isterim. Benim gözümde bu soruna çözüm bulanlar, neden varız sorusuna cevap bulanlarla aynı kefede. Yani bravo!

Marianne ve Johan birbirlerinin yarasına merhem olmak için bir araya gelmiş bir çift. İki hayalkırıklığından bir umut çıkar mı? Röportajda anlıyoruz ki aslında aşkla bir araya gelmiş bir çiftten bahsetmiyoruz. Bu bana çok uzak gelmiyor. Şahsen aşkın, evliliğin olmazsa olmalarından biri olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta toplumsal bir sözleşmeden bahsediyoruz. Ama birbirlerinin yaralarını sarma durumu onları bir bağımlılığa ve güvenlik ortamına sürüklüyor. Güvenlik ise, aşkı daha doğmadan sakat bırakır. Duyguları tembelleştirir. Adeta sıcak bir battaniye gibi, içinden çıkıp, işe gitmek istemeyiz yağmurlu günlerde. Oysa tutku, heyecan ve aşk dışarıdadır, battaniyenin altında değil. Johan ne kadar kendine güvense de o da bir bağımlı. Marianne’e bağımlı. Filmin ilerleyen sahnelerinde aslında Johan’ın Marianne’den vazgeçemediğini ve kendine olan güveninin bir balon gibi söndüğünü görüyoruz. Belki Marianne, Johan dışında var olamıyor ama Johan da, kadınlar olmadan var olamıyor. Aslında kadınlar daha şanslı çünkü bunu aşk sanabiliyorlar. O kadar uzun süre beyaz atlı prenslerimizi bekliyoruz ki, beyaz atları bile prens sanabilecek hale geliyoruz. Ama erkekler ve o muhteşem erkeklikleri... Aslında bağımlı olduklarını bile itiraf edemeyecek durumdalar. Biz kadınlar, soyadlarımızla babadan kocaya geçmek durumundaysak, onlar da bağımlılıklarını bir anneden herhangi bir kadına kaydırmaya mecburlar. Kadınlar değişir ama bağımlılık baki kalır.

Bazı sinema bloglarında film, ‘kadının kendi ayaklarının üzerinde duramadığı ve bu yüzden kocasından ayrılmak istemediği’ bir film olarak okunmuş. Oysa bu yorumlar filmin bir evlilikten manzaralar içerdiğini ve kadının olduğu kadar erkeğin de bağımlılıklarının anlatıldığını es geçiyor. Bu haliyle bu yorumların gayet cinsiyetçi olduğunu söyleyebilirim. Bu film Marianne’in kendini inşa etme filmi olabilir ama asla sadece kadının acziyetleriyle ilgili değildir. Zira evlilikle ilgili sorunların olduğunu ilk hisseden de, bunu kocasına anlatmak isteyen de Marianne’dir. Bunu ilk bölümün son konuşmalarında izleyebiliriz. Peter ve Katarina’yı kastederek ‘bizim hayatımızda da aynı yabancılaşma tehlikesi yok mu sence?’ diye soran Marianne’dir, aksine başka bir battaniye bulana kadar güvenlik battaniyesinin altından çıkmak istemeyen ise Johan. Öyleyse bu yorumlarda nasıl olup da kadın aciz ve sadece ‘boşanmak istemiyorum’ diyen bir karakter olarak yer alıyor, anlamak mümkün değil. Bu yorumları yazan arkadaşın, filmin devamını izlemediğine kanaat getiriyorum, zira yazısında beşinci bölüm olan ‘Cahiller’in yer alıp almadığını, alıyorsa nasıl olduğunu anlamış değilim.

HALININ ALTINA SÜPÜRME SANATI



Halının Altına Süpürme Sanatı adlı ikinci bölümde, çift sorunları olduğunu görmekte, bundan kuşkulanmakta fakat bu sorunları halının altına süpürerek bir süre daha güvenlik duygusunun tadını çıkarmak istemektedir. Marianne bu bölümde uyanışın ilk tohumlarını atar. Sabah uyandığında kendi kendine sorular sormaktadır. Cevapsız sorulara, rutini kırma arzusu eşlik eder. Marianne annesini arayıp, her Pazar katıldıkları yemeğe o Pazar katılmak istemediklerini söyler. Johan’a göre bu ‘ölü doğan bir devrim’dir ama bir devrimdir işte. Marianne’in devrimi…

Bölümün bir diğer can alıcı sahnesi Marianne ve müvekkili arasında geçen konuşmadır. “Zihnimde kendime dair çizdiğim bir resim var ama ben o resme uymuyorum, çünkü o bir hayal bense gerçeğim”. Hepimizin hayatları özetlenir bir çırpıda. Çocukken bize gösterilen ve elde etmek için hayat boyu uğraştığımız bu fotoğrafın aslında bir hayal olduğunu söyleyiverir bu yaşlı kadın. Hayır bu resmi biz çizmedik, toplum bizim için çizdi. Geriye kalan tek şey ise onu elde etmekti. Şanslı olanlarımız elde etti ve kabullendi, sahte mi gerçek mi sorgulamadı ve belki de sonsuza kadar mutlu yaşadı. Ama biz, ah lanet sorular soran bizler, başımıza ne tür bir bela açtığımızın farkında mıyız? Aslında Noel Baba yok tarzında bir yüzleşme değil bu, uğruna boşuna hayatlar yaşadığımızı fark edeceğimiz bir yüzleşme. Uğruna kendimizi öldürsek kapanmayacak bir hesap. Biz kimiz?

Hayatlarımız bahaneler ve engellerle dolu.” Biz kadınlar çoğu zaman gerçekleri biliyoruz ama yine de birinin bize ‘sorun yok’ demesini istiyoruz. Bir sorun var. Konuşulması gereken bir sorun, konuşmasak yok olacağını sandığımız bir sorun... Halının altına süpürmekle, kafamızı çevirmekle çözülemeyecek bir sorun... Johan ve Marianne’in seks hayatları da çok fakirdir. Evliliklerdeki en temel sorun da bu değil midir zaten. Ne bahane bulmaya çalışırsak çalışalım, engelleri öne sürelim, halının altına süpürmekle geçmeyecek sorunların en büyüğüdür. Marianne bunun bir sorun olduğunu içten içe bilir ama yine de Johan’dan ‘sorun yok, sekssiz de iyiyiz’ sözünü duymak ister. Maalesef yok saymak bazı şeylerin yok olmasını sağlamaz. Ve evlilik yavaşça, gözlerden uzak bir şekilde sona yaklaşır. Bunu ilk fark eden Johan olur. Paula’yla tanışır, tutkuyu yeniden bulur. Marianne ise aynı yalanı yaşamaya devam eder. Taa ki…

PAULA

 
Johan’ın Marianne’e başkasına aşık olduğunu söylediği sahnede, Marianne sonunda gerçek sorunlarla acımasızca yüzleşir. Açıkçası bu iş acımasız olmazsa nasıl olur bilemiyorum. Gerçeklerle usul usul yüzleştiğimiz bir an var mıdır? Yüzleşmeler hep acımasızca olmaz mı zaten?

“Bu dünyanın nimetlerinden neden kendimizi mahrum bırakıyoruz. Neden şişko ve neşeli olamıyoruz.” Marianne, Johan ona başkasına aşık olduğunu itiraf etmeden hemen önceki sahnede bu sözleri sarf eder. Aslında ‘neden kendimizi toplum standartlarına göre şekillendiriyoruz’ demenin bir diğer şeklidir bu cümle. Marianne bütün diğer kadınlar gibi rejim yapmaktadır. Çünkü ideal olan kadın, zayıf kadındır. Peki sadece bu yeter mi, yetmez. Belirli ölçüler de vardır. Vücudu muntazam olsun, göğüsleri böyle olsun, kalçaları şöyle olsun. Kadına ne istediği her zamanki gibi sorulmaz, ona nasıl olmayı arzulaması gerektiği empoze edilir. Çocuğu da olsun ama vücudunu korusun. Yatakta iyi olsun ama aynı zamanda edepli olsun. İyi bir eş olsun ama aynı işini de ihmal etmesin. Bu şartlarda bile süper kahramanlar hep erkekse başka sözüm yok.

Bu sahne acı bir itiraf sahnesi. Kocanın hayatında başka birisi olduğunu ve onunla birlikte Paris’e gideceğini itiraf ettiği sahne. Çok etkileyici ve gerçekçi bir bölüm olmasını, gerçek hayattan alınmış olmasına bağlayabiliriz. Bergman, bu sahnedeki diyalogların kendisi ve o zamanlarki karısı Ellen arasında gerçekleşmiş olduğunu anlatmıştır. Uğruna karısını ve çocuklarını bırakıp Paris’e gittiği kadın ‘Gun’ aslında Paula karakterinden çok farklıdır. Bu sahne gerçekliğiyle yaralar bizi. Biliriz ki çok tanıdık bir sahnedir, bu yüzden bize bir adım daha yakındır. Adeta ensemizde nefesini hissederiz. Bu günler hiç de sanıldığı kadar uzak değildir. Bir de Marianne vardır tabii ki. Olanları kabul etmek istemeyen ve hala ‘ne zaman biter bu iş’ diye soran. Uzun süreli ilişkilerin içinde hiç yer almamış bazı arkadaşlar, bu kabullenmeyişi kadının gurursuzluğuna yorar. Oysa bu apaçık alışkanlıktır işte ve alışkanlıklardan vazgeçmek, bir sevgiliden vazgeçmekten daha zordur. Merak ediyorum on yıllık bir evlilik, iki çocuk ve bu kadar muazzam bir düzen varken ortada, ‘gidiyorum, her şey bitti’ diyen adama sadece ‘güle güle’ mi denir? Bu ne kadar gerçekçi bir hayattır? Evet Marianne, Johan kapıdan çıkana kadar kabullenemez durumu, sonrası, yumruğunu ısırıp, saçını çekip, atamayacağı bir çığlık olarak kalır içinde. Aaa pardon çocukları olan, olgun ve gururlu bir kadın çığlık da atmaz değil mi?

GÖZYAŞI VADİSİ


Bu bölümü takip eden sahneler nispeten daha sakin ilerler. Marianne kendini kurmaya başlamıştır ama hala Johan’ı beklemektedir. Artık kendine dönüp içine bakmaktadır Marianne. Halıyı kaldırmış, altındakilerle yüzleşmiştir. Özgürleşmenin belki de ilk adımı yüzleşmektir. Yüzleşirsin ve tanırsın kendini, kendini ve seni tutsak eden ne varsa. Marienne de bilir artık Johan’a aşık olduğunu ve ondan uzak durması gerektiğini ama aynı zamanda bilir ki Johan onu hala sevdiğini söylese de aslında sevmemektedir. Bunu bilir, kabullenir. Marianne kendini tanıdıkça, Johan’ı da tanır. Ve bu onu özgürlüğe bir adım daha yaklaştırır. Bu uyanışı, Marianne günlüğünü okuduğunda daha da çok hissederiz. “Kim olduğumu bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. Her zaman bana söylenilenleri yaptım. Kendimi bildim bileli hep söz dinleyen, uyumlu ve uysal biri oldum…. Zamanla düşüncelerimi paylaşmaz ve beklenildiği gibi görünürsem ödüllendirileceğimi fark ettim…. Hiçbir zaman ne istiyorum diye düşünmedim. Hep karşımdaki erkek ne istememi ister diye düşündüm. Önceleri inandığımın aksine bu bencil olmamak değil, bu sadece korkaklıktı. Ve bu korkaklık kim olduğumu bilmememden kaynaklanıyor…. Hatamız ailelerimizin boyunduruğundan kurtulamamak, kendi koşullarımızla anlamlı bir şeyler yaratamamak oldu. Her zaman aynı hatayı yaptık, ailelerimiz için yaşadık.” Evliliğin her zaman iki kişinin arasında yaşananlardan ibaret olduğunu sandık. Ama Bergman bize böyle olmadığını anlatıyor. Evlilik iki kişinin yaptığı ama ailelerin hatta tüm toplumun dahil olduğu bir olay. Bunu anlamak için kendimize bakamıyorsak, Johan ve Marianne’e bakabiliriz. ‘Hatamız ailelerin boyunduruğundan kurtulamamak’sa evlilik bize bu uğurda nasıl yardımcı olabilir ki? Sanırım bir paket halinde geliyor bize evlilik. Bonus olarak da akrabalar veriliyor. İlk başlarda tatlılıkla üstesinden gelinen bağlılıklar gün geliyor boğazımıza geçen bir ilmek gibi boğuyor bizleri. Ama bu acılar da evliliğe dahil değil mi?

İlk bölümde sorular sormaya başlayan, ikinci bölümde kendine yabancılaşan ve annesinden başlayarak baş kaldırmaya çalışan, üçüncü bölümde ise gerçeklerle yüzleşen Marianne sonunda sorunun nerede olduğunu anlıyor ve artık kendini tanıyor.

CAHİLLER


Cahiller adlı beşinci bölümün, Johan ve Marianne’in birbirlerine karşı en dürüst oldukları bölüm olduğunu düşünüyorum. Belki beraberinde fiziksel şiddeti getiriyor ama o bile dürüstlüğün bir parçası (tabii ki kadına karşı şiddeti meşrulaştırmaya çalışmıyorum, her durumda kabul edilemez). Daha filmin ilk bölümünde Peter ve Katerina’nın kavgasıyla birlikte çiftimizin saygıya ne kadar önem verdiğine vurgu yapıldı. Başkasıyla giden kocasına saygısızlık etmemek için iğneleyici sözler sarf etmeyen bir kadın izledik. Ama artık doğru olanı değil içinden geleni yapmaya başlayan bir kadını izliyoruz. Bir önceki bölümde kendiyle yüzleşen ve kendini bulan bir kadını da izliyoruz aynı zamanda. Bu kadın artık susmuyor, olması gerekeni yapmıyor, özellikle de kocasının olmasını istediğini. Bu kadın artık sevişmek istiyorsa kocasını baştan çıkarabiliyor. Hatırlayın bir önceki bölümlerde sevişmek istemeyen ve gerekirse kocası tarafından baştan çıkarılan bir Marianne vardı. Bir düşünelim bakalım, toplum olarak böyle kadınları seviyor muyuz? Hayır, ne münasebet! Biz aldatan, hiçe sayan, paspas yapan erkekleri yine de seven ve bekleyen kadınları severiz. İnanmıyorsanız ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisindeki Cemile karakterine bakın. Kocasının aldatmalarına, evden atmalarına, onları sürüm sürüm süründürmelerine ve hatta tecavüzüne bile sessiz kalmış, onu yine de sevmiş ve affetmiş bir kadından bahsediyoruz. İşte toplum için ideal kadın odur. Erkek ne yaparsa yapsın kabullenen ve sessiz kalan bir kadın. Onu severiz, bağrımıza basarız, onaylarız. Kızımız odur, gelinimiz odur, iffetli odur, iyi odur. Ama özgürlük Marienne’dir işte. Özgürlük, erkeklerin ne düşündüğüne göre değil de kendi düşüncelerine göre yaşayan kadınlardadır.

Peki o zaman neden hem Marianne hem de Cemile dayak yemektedir? Bu ikisini ortak paydada buluşturan nedir? Tabii ki erkekler. Filmdeki sahneden yola çıkarsak, Johan artık kaybın bilincinde olduğu için dövmektedir Marianne’i. Artık bir oyunun öznesi değil nesnesidir. Artık oyunu yöneten kendisi değil karısıdır. Karısı artık bir bireydir ve gitmek istemektedir. Johan ise düşmüşlüğünün acısını karısından çıkarır. Her şey bitmiştir ve şimdi kabullenme sırası Johan’dadır.

GECEYARISI DÜNYANIN BİR KÖŞESİNDEKİ KARANLIK BİR EVDE

 
Filmin burada bittiğini düşünüyoruz. Ama film bir flörtle devam ediyor. Johan ve Marianne adeta ilk defa tanışıyormuşçasına devam ediyorlar ilişkilerine. Marianne’in kendini bulmasıyla artık iki özgür birey olarak en baştan başlıyorlar ve ilişkilerinde eksik olan aşkı da ihmal etmiyorlar bu sefer. Adeta en başa dönüyorlar. Bu son bölüm, aynı zamanda en Bergmanvari bölümdür. İsveç grisinin hakimiyeti, fondaki düdük sesi, uykusundan uyanıp panikle oradan oraya koşuşturan Marianne ve bilinçdışına ait bir rüya, onun imzası gibidir. Burada ilk defa bir Bergman filminde psikanalizle ilgilenmiyorum. Yüzeyde kalıyorum. Çünkü gördüklerim beni yeterince tatmin ediyor. Belki en önemli kısmı atlıyorum ama bu yazıyı bir kadın olarak ve kadın perspektifinden yazıyorum. Bir evlilikten manzaralarla ilgilenmiyorum, tüm dikkatimi Marianne’in kendini bulma sürecine veriyorum. Ben de onunla büyüyorum adım adım. Bu hepimizin hikayesi.

Bu film, bizi şaşırtmıyor. Ama sahici. Öyle sahici ki, bu yanıyla çarpıyor. Hepimizin bildiği ama itiraf edemediği duygular var perdede.  Eğer henüz halının altına süpürme aşamasına gelmediysek hatta henüz paniğe bile kapılmadıysak Marianne gibi ‘biz o çiftlerden olmayız değil mi?’ deriz. Ama en küçük bir panik bile kocaman bir ateş yakabilir yüreğimizde. Film adeta bizim için Peter ve Katerina’dır. Aklımıza önce ‘biz böyle olmayız değil mi?’ sorusu gelir, ardından böğrünüze bir bıçak saplanmadıysa, buradan hızlıca uzaklaşın. Biz kanamaya devam edelim.

KAYNAKÇA
1. Karakoç, J. (2010). Bir Evlilikten Manzaralar: Kadın Kimliğinin ‘Medeni Hali’. Fe Dergi 2, sayı 2: 115-117

2. Shargel, R. (Ed.). (2012). Ingmar Bergman; Sinematografi İnsan Yüzüdür (1.Baskı). İstanbul: Agora Kitaplığı. 

Yorumlar

  1. ''Bergman filmlerine başlıyorum'' dediğin yazında 25'inizde olduğunuz dikkatimi çekti.Bu durum beni gerçekten etkiledi.O yaşta Bergman filmlerine adım atmış olmanı kıskandım açıkçası.''Keşke ben de o yaşlarda Bergman ile tanışmış olsaydım'' dedim kendi kendime. Daha önce yine forum sitende bir filme (sanırım Sonsuzluk Ve Bir Gün idi) yorum yazarken ''Sizin film incelemenizin olmadığı Bergman filmlerini görüyor olmam beni hayal kırıklığına uğratıyor''demiştim.Bu yazından dolayı bir kez daha aynı şeyi söylüyorum.Keşke kendim için önemli olarak gördüğüm (Sizin de aynı şeyleri düşündüğünüzü varsayıyorum :)) yönetmenler olan Tarkovski,Teodoros Angeloplous ('Sonsuzluk Ve Bir Gün' filmine ait yazını okuyup tüm yazıyı kelimesi kelimesine defterime aldığımı da söylemiş olayım)
    Akira Kurosava gibi yönetmenlere ait olan eserlerin incelemesi de mevcut olsa bu sayfanda,inan sabaha kadar okusam bıkmayacağım.Umarım bu yorumumu görürsün ki değerli bir insanın hala bu diyarlarda dolaştığını görmüş olamak bana büyük mutluluk verecek.Başka bir film incelemenizde ( tarihlere bakınca çok uzun zamandır buralara uğramadığınız görmüş oluyorum.Bu da burnuma kötü kokuların gelmesine neden oluyor;'film incelemelerini bıraktım' demişsiniz gibi.) görüşmek dileğiyle.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı