Zeki Demirkubuz- Masumiyet


Bazı kitaplar vardır hani, sadece anlatacak bir hikayesi olan... Bazı kitapların ise dikkate değer bir hikayesi yoktur. Yıllardır bildiğimiz senaryolar ama öyle bir anlatımları vardır ki başyapıt olurlar. Kitap alırken işte bu anlatımları ararım ben. O yüzden olsa gerek ergenlikten sonra polisiye ve bilimkurgu romanları çekmemeye başladı beni. Masumiyet’i izlerken bu romanları ayırma stilim geldi aklıma. Senaryo belki de film boyunca arkada açık olan televizyonda oynayan bir Yeşilçam filminde de olabilirdi. Ama o anlatım… İşte bu film üzerine sabahtan akşama konuşmak istememe ama kelimeleri bir türlü bulamamama neden olan o anlatım…

 Çok sahici film derken kendim için bile sahiciliğin ne olduğunu açıklamam gerekiyor sanki. Film niye bizi çarpıyor çünkü bize sahiciliğin aslında ne kadar rahatsız edici olduğunu gösteriyor. Yıllarca Amerikan dramaları izledik. Oralarda gerçek bile o kadar makyajlıydı ki… Sefalet konu edilirken mesela, yiyecek ekmek bulamayan bir aile bile ne kadar sevimli gelirdi bize. İnsanların başına gelmeyen kalmazdı ama sanki görünüşte pek de bir şey olmazdı. O kadar alıştık ki süslü sahnelere, sefaletin bile hoş gösterilmesine, en normal sahne bile içimizi acıtıyor artık. O yüzden Avrupa filmlerini sevmedik, izlemedik, uzun süre ihmal ettik. Çünkü gerçeklerle yüzleşmeye hazır değildik. Hala bazen aman şimdi Fransız filmi izleyemem, zaten benim derdim bana yeter diyorum. Evet kitapların mevsimleri olduğu gibi, filmlerin de zamanları olabilir. Ama koca bir sinemayı tamamiyle görmezden gelmek bir sinemasever olarak… Malick’in kusursuz sekanslarından sonra, hele Days of Heaven’da konu edilen aşırı yoksul abla-abi-kardeş üçlemesi bile bu kadar estetikken, bu film basitti, sahiciydi, acıtıyordu. Çok iyi bildiğin bir konu olan aşk gibi… Acıtıyordu…

Zeki Demirkubuz “En son sinemacı olacağımı düşünürdüm” diyor. Böyle bakan sinemayı ve hatta sinemacılardan çok da haz etmeyen biri olarak ‘Masumiyet’i belki de hala bir sinemacı olarak da değil de bir insan olarak hatta bir işportacı olarak  çektiği için bu kadar sahiciydi. Ama filmin asıl başarısını Güven Kıraç ve Haluk Bilginer’in parktaki konuşma sahnesinde görüyoruz. Yönetmen bize resmen hikaye anlatıyor. Gostermıyopr yani, bsabayağı anlatıyor. İşte o zaman bu filmi bu kadar beğenmemin nedenini Zeki Demirkubuz’un yönetmen kimliğinde değil edebiyat sever kimliğinde buluyorum. Haluk Bilginer’in filmde olduğu süre boyunca resmen bir hikaye dinliyoruz. Sahneyi izlerken dalıp gitmiştim. Birden bir film izlediğimi hatırladım.
 Filmi izlemek gibi yazmak da acıtyor. Yazımın bundan sonraki bölümlerine bir bardak bira da eşlik edecek.

Aslında şu an yazdığım yazı üzerine düşünürken aklıma gelen ilk kelime televizyon. Ne kadar filmde masumiyeti temsil edenlerin Uğur, Bekir ve Yusuf olduğu ve filmin bir orospuyu, bir pezevengi ve bir katili masum kılmayı beceren başarısı konu edilse de ben ilk olarak asıl masum olanın televizyon olduğunu düşünüyorum. Bir akşamüstü okuldan eve geldiğinizde, hele baharsa  akşamüstlerinin tatlı kokuları ve sıcaklığıyla, anneniz sizi kek/kurabiye ve yaşa göre kahve ya da sütle birlikte evde karşılıyorsa, bir de televizyonda Hulusi Kentmen’li bir Yeşilçam filmi varsa… Böyle akşamüstleri hayatınıza damga vurur. Ben de filmi izlerken, Yusuf gece geç vakit işten döndüğünde ve sevdiği kadın kimbilir hangi otelin yatağını yüzünü sürmüşken, oteldeki adam kapıyı açar ve “Tv’de Türkan Şoray’lı bir film başlıyor, çay da demledim” dediği an, işte o an bütün filmin sahiciliğinden sıyrıldım. İçimden sıcak bir şeyler aktı. Ey tüm insanları birleştiren televizyon, sen nelere kadirsin. Nasıl bir unutturucusun, kendi tasalarımız dahil bütün dünyayı unutturuyorsun. Aslında masum gözüküyorsun ama yalancının ta kendisisin. Bu kadar sefil bir oteli bile nasıl sıcak kılabilirsin, anlamıyorum.
Ertesi gün kursa gittim. Bir ders boşluğum vardı. Kantinde kitap okuyayım dedim. Salonda kimsecikler yoktu. 2 kantin çalışanı ve yemekleri yapan bir kadın. Adam taze çay var vereyim mi dedi? Gözüm açık olan televizyonda bir Yeşilçam filmi aradı. Akasya Durağı vardı. Hayalkırıklığına uğradım. Diğer 3 kişi televizyonun önüne sıralanıp ekrana bakmaya koyuldu ve ben de onlara… Ey televizyon sen ne muazzam şeysin, hepimizi kandırdın, avcunun içine aldın, artık masumiyetine kimseyi inandıramazsın.


Filmin adı masumiyet. Ama izlediğimiz film, hiç de masum olmayan 3 kişinin hikayesi. Bir katil nasıl bu kadar masum olabilir ya da bir kadın için tüm ailesini terk eden bir adam. O aileye soralım mesela. Ya da onların filmini seyredelim. Hala masum gelir mi adam bize? Zeki Demirkubuz nasıl başarıyor bunu? Nasıl bu kadar büyük bir sefilliği izlerken ,ki bir açıdan tüm bunlara herkes kendi iradesiyle karar veriyorken, aslında tüm karakterleri bağrımıza basıyoruz. Ona buna şuna herkese cinsiyetçi diyen ben, neden Bekir’i bağrıma basıyorum? Neden ahlaktan dem vuran bir muhafazakar Uğur’u sahipleniyor? 10 kişiden 9’unun sadece katil olduğu için irrite olduğu ve birini öldüren fakat namus indirimi alan kişilere kan kusanlara Yusuf farklı geliyor. Masumiyet nedir ki diye sormak istiyorum Ahmet Altan gibi ama cevap vermek yerine onun sözlerini benimsiyorum.

-Bu adamı gerçekten masum kılan ne?
 
Masumiyetle kötülüğü, masumla günahkarı içiçe, aynı bedende gördüğümüzde, hiç beklenmedik şekilde beyaz meleğin kötülükten daha parlak görünmesi, kendi varlığıyla her türlü kötülüğü affettirecek bir güce sahip olması mı? 
 
Nasıl oluyor da bu üç günahkar, derin bir günahın içinden masumca geçebiliyorlar?
 
Sanırım masumiyet, günahın bedelini ödeyiş biçiminde ortaya çıkıyor.
Günahı işleyip işlememek değil insanı masum kılan; o günahın bedelini ödememek için kurnazlıklara sapmayı reddeden içtenlikli bir kabul ediş masumiyet, bir günahın bedelini bir hayat ödemeye gösterilen rıza.
 
Günahı işleyen güçsüzlükle, kefareti ödeyen güçlülüğün yanyana varolması. O küçük beyaz melekleri biz güçlülükle güçsüzlüğün, iyilikle kötülüğün, günahla sevabın içiçe birarada ortaya çıktığı yerlerde görüyoruz en aydınlık biçimde.
 
...
 
Öyle anlaşılıyor ki gideceğimiz heryere bizi günah götürüyor.
Masumiyete bile.

Film bitiyor. Yatmak üzere hazırlanıyorum. İlk durak banyo. Çişimi yapmak için şortumu indiriyorum. O sırada gözüm makyaj temizleyici mendilime ilişiyor. Bir yandan da makyajımı silmeye başlıyorum. İşim bitiyor. Yüzümü sabunluyorum. Lenslerimi çıkardım. Kendimi görebilmem için burnumu aynaya dayıyorum. Birden siyah noktalarım gözüme çarpıyor. Sıkmaya başlıyorum. İçinden hafif sarımtrak yağ kütleleri çıkıyor. Bunu bir süre sürdürüyorum. Birden gerçeklik duygumu kaybettiğimi fark ediyorum. Sanki bir filmin içindeyim. Her şey neden bu kadar sahici? Film mi gerçek mi? Ama dur film bitti. Kısa bir an bunu yaşadığıma yemin ederim. Filmin sahiciliği kendi hayatımı yaşadığımdan bile kuşkulandırıyorsa beni, daha söze gerek var mı? Ama bu paragrafı okumak herkesi rahatsız ediyor mu? O zaman ben de sahiciyim, ama film benden daha fazla…
Son olarak film dibine kadar aşk yahu. Niye bizi bu kadar acıtıyor zannediyoruz.Başka ne çizer bizi böyle, kanar kanar bir türlü bir phtı belirmez. Aşk… Mutlu bir şey değil o. Yanılıyoruz. Film gibi sahici olduğunda, film kadar acıtır insanı. Ağlıyorum.

“İlk o gün ağladım!” “Hem de ne ağlama!”

Ama ben filmin psikanalatik okuması için Haşmet Babaoğlu’nun okunması gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıları okuduktan sonra artık yazamam sadece ağlayabilirim.
http://zekidemirkubuz.com/tr/basin/filmler/masumiyet/hasmet-babaoglu-yeni-yuzyil.htm
http://zekidemirkubuz.com/tr/basin/filmler/masumiyet/hasmet-babaoglu-yeni-yuzyil-2.htm

Yazıma bu sefer de Yıldırım Türker’den bir alıntıyla son veriyorum.

Çok sevdiğim bir şiiri, bir şarkıyı taşıdığım gibi taşıyacağım bu filmi de yıllar boyu çıkınımda. Tarkovski’nin İz Sürücüsü’nün sonundaki kız çocuğunun gözleri, Mahler’in Ölü Çocuklar İçin Şarkılar’ından biri, Vermeer’in ışığı, Blake’in bir vizyonu, Ece Ayhan’ın mor bir dizesinin yanında duracak.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar