Michael Winterbottom- Genova
Winterbottom’ın aklıma takılmasını, soyadına ve IF
İstanbul’a borçluyum. Evet soyadına, itiraf ediyorum. Soyadı filmlerinden daha
fazla metafiziğe sahip sanki. Tabii daha çok son dönem filmlerini izlediğimi de
ekleyeyim. Hala soyadında ısrarlıyım :)
İtalya kadar bir filme yakışan başka bir ülke var mıdır
acaba? Sadece bir-iki şehri de değil üstelik. Hiç adını duymadığınız küçük bir
şehrine gidin, yine de sokaklar sizi büyüleyecektir. Her an bir yerden çıkacak
bir kamera arayabilir gözleriniz. Bu normaldir, 1 hafta içinde alışırsınız :)
Bu yazı Alaçatı’da geçirmiş biri olarak, dekorun yapay olanı ile doğal olanını
rahatça ayırabildiğime temin ederim sizi. İtalya sokakları, filmler için
oluşturulmuş yapay dekorlar değil, film hileleriyle güzel gösterildikleri
söylentisi tamamen asılsız. Aslolan, sarımsak kokusu sinmiş sokaklarda,
ayaklarınıza batan Arnavut taşlarda yürürken ve balkonlardan sarkan sardunyalar sizi kutsarken, buraya aşık olacağınızı hissetmektir. Ama aşk
bazen fedakarlık ister, akşamüstleri sarımsak kokan sokakların geceleri çiş
kokmasına, dar ara sokakların karanlıkta ürkütücü olmasına, labirentlerde
kaybolmaya da alışmak gerek.
Öncelikle The Guardian’dan Peter Bradshaw’un sorduğu gibi bu
film bir hayalet hikayesi mi yoksa bir gençlik draması mı?
Hollywood filmleriyle, özellikle Hilary Duff ve Linsday
Lohan’ın oynadıklarıyla büyüdüm. Annemin deyişiyle gece yatmak bilmeyen, sabah
da kalkmak bilmeyen bir çocuktum. Herkes yattıktan sonra televizyonun karşısına
geçer, ne bulursam izlerdim. İşte o zamanlar başladı televizyon bağımlılığım.
Yalnız bu bağımlılık beni daha entelektüel falan yapmadı tabii ki, buradan bir
başarı öyküsü çıkaracak değilim. Çünkü zihnimin içi çöplük gibiydi. Ne bulursam
izlerim demenin sonucu, bazen reklam jinglelarını bile ezbere söylemekti. Öyle
geceler, sessizlikten ve yalnızlıktan zaman zaman tüylerim diken diken olurken
ve ben gecenin o saati, tek başıma, özgürlüğün tadını duysam da damağımda,
birden kalbim güvenlik, güvenlik diye çarpıyordu. İşte o zamanlarda, Hollywood
ünlülerinden birini görürsem ekranda kendimi güvende hissederdim. Hele
yukarıdaki ikiliden birine rastlarsam, değmeyin keyfime. Arkadaşlarıma
rastlamış gibi olurdum. Kapitalizmin Hollywood’a çok borcu var. Demem o ki,
gençlik dramalarını da hayalet filmleri de iyi bilirim. Bu film, ikisinin arasında
kalmış, yavaşlatılarak ve birçok yerde klişelere savaş açarak sanat filmi
olmaya yaklaştırılmış. Ama olmamış. Yine aynı eleştirmen filmin gerçekten
bitmiş bir yapıt olmaktan çok deneme niteliğinde bir taslağa benzediğini
yazmış. Doğru söze ne hacet.
Filmi izlerken bir çağrışım daha yaptı bana. Sanki iyi bir
yazarın çok satan kitabını okuyor gibiydim. İyi bir yazar olduğunu biliyorum,
okumak da istiyorum ama bir best-seller işte. Kendini tekrarlayan, sonunda ee
ne oldu, ben bunu niye okudum dedirten, eğlendiğim ama bir yandan da vaktimi
boşa harcamanın vicdan azabı arasında kaldığım bir roman. Hani dilinden çok
anlattığı öyküyle öne çıkan kitaplardan, işte onlardan…
Ama bir yandan da benim bir Hollywood ve V.C
Andrews/Danielle Steel geçmişim var. Melodramdan zevk aldığımı inkar edemem. Ne
kadar terbiye etsem de, küçüktüm çok küçüktüm. Başkaları annesinin dolabından
Dostoyevski araklarken benim elime hep Çatı serisi geldi. Verdiğim yazarları ve
söz konusu seriyi tanımıyorsanız, size yardımcı olacak iki kelime; yaprak
dökümü (daha da kötüsü dizi versiyonu). O yüzden yönetmenin sadece bu filmini
değil aynı zamanda bir diğer melodramı ‘Trishna’yı da seviyorum.
Filmin geneline değindikten sonra, asıl önemli noktaya;
kışkıran zihnime gelelim. Her film iyi ya da kötü zihninizde bir yeri harekete
geçirebilir bence. Küçücük bir detay, bir sahne, bir bakış üzerine sayfalarca
yazabilir. Mesela ben Trishna’nın gözlerini hala unutmuyorum. Film hakkında
yazarsam bir gün, yazmaya bu gözlerden başlayacağım.
Filmin
aklıma getirdiği ilk soru İtalya, aslında Avrupa’nın ‘Doğu’su mudur? Ya da
İtalyanlar hep rahatlıklarıyla, keyif düşkünü ve tembel olmalarıyla ünlü
oldukları için mi bu muameleye maruz kalırlar acaba? Tabii uzun süre oturulan
sofralaır; keyif düşkünlüğü, öğle vakitleri yaptıkları siestaları; tembellik olarak
algılanırsa…
“Batı, tembelliği, uyuşukluğu, çalışma disiplininden yoksunluğu,
günahkârlığı, cinselliğe düşkünlüğü, zorbalığı temsil eden geri kalmış
gayri medeni Doğu üzerinde vesayet ve tasarruf hakkına sahiptir.” (Said,
1995:22)
Yani
aslında İtalya ‘Doğu’ olmasa bile, ‘sözde ‘Doğu’nun kriterlerine uyuyor. Belki
de ona biraz daha yakından bakarsak Kral Avrupa’nın büyük haremi gibi olduğunu görebiliriz.
Neredeyse egzotik bir çekiciliği var. Bu açıdan da Doğu’yu çağrıştırıyor.
Biraz önce söylediklerimin arkasındayım. İtalya filmlere ilham veren doğal bir
dekora sahip. Gördükleriniz bir film hilesinden ibaret değil. Ne gördükleriniz,
ne hissettirdikleri. Ama bu gördüklerinizin İtalya’nın tamamı olduğu anlamına
da gelmez. Her zaman madalyonun arka tarafı da vardır ve siz sevdiklerinizi
buna rağmen, bu karanlıkla seversiniz. İşte Winterbottom filminde gördüğüm yarı
karanlık yarı çok aydınlık İtalya bu ikiliği simgeliyordu, hem de bütün
oryantalizm klişelerini yıkarak. Yönetmen, Trishna filminde de benzer oryantalist
klişelere savaş açmış ve karanlığı egzotizme yedirmişti. Burada da, üstelik bu
sefer Genova’da, bazen korkutucu bir labirente dönüşen ve bazen çiş kokabilen
dar sokaklarıyla, o sokaklarda kaybolmanın, köşeyi dönünce seks işçileriyle
burun buruna gelmenin, karanlığın zifiri olmaya başladığı gece vaktilerinin
tekinsizliğinin korkutuculuğuyla burun buruna getirerek bizi, adeta burnumuzu
sürtüyor. Bir tarafta bu karanlık, diğer tarafta bir plaj, olabildiğine canlı,
olabildiğine eğlenceli, olabildiğine ışıklı. Bu duruşuyla Winterbottom istediği
kadar tamamlanmamış taslaklar üretsin, Afganistan, Pakistan, İran, Hindistan ve
İtalya’yı anlatırken kullandığı eleştirel (oryantalizmin eleştirisi) tavrı ortaya koyduğu sürece onun
filmlerini izlerim arkadaş.
Bir
diğer kışkırtıcı an Colin Firth’in canlandırdığı öğretim üyesinin verdiği ders
sırasında, derse katılan gençlerin konuşmalarındaydı. Uyum göstermek üzerine
patlak veren bir tartışmada kimi İtalyanların uyumlu, kimi ise uyumsuz
olduklarını savunuyordu. Tabii ki gençlerin çoğu uyumsuz olduklarını iddia
ediyorlardı. Gençlik işte :) İçlerinden biri kalkıp “Herkes uyumlu olmadığını
söylüyor ama herkes aslında uyum gösteriyor” dedi. O an düşündüm. Buradan ülke
gündemine, balyoz davasına veya AKP’ye laf geçirmeyeceğim, korkmayın.
Peki o zaman kendimden söyleyeyim, dünyanın en uyumsuz, en huysuz, huzursuz
kızı olabilirim ama iyi bildiğim şeylerden biri de otorite karşısında uyum
göstermektir. Hepimizin yaptığı gibi… Alışmak nedir ki? Peki ya katlanmak?
Son
olarak filmin başında ölen annenin arada küçük kızına görünme nedenini
anlamadım. 'Böyle şeylerde olur' demek için mi vardı o figür? Barbara
karakteri, küçük kızın öteki dünyaya inanıyor musun sorusuna “Ben insanların
öldükten sonra sadece sevdiklerinin anılarında yaşamaları gerektiğine inanırım”
cevabını verdi. Sadece küçük kıza görünen hayalet annenin bununla bir alakası
olabilir mi? Küçük kız anılarını mı geri çağırıyordu yani? Zira küçük bir detay
kadın gerçekten hayalet olsa kıyafet değiştiremezdi. Lütfen ama gençliğim
hayalet filmleri izleyerek geçti. Bu işin de bir raconu var. Hayalet öldüğü
anki kıyafetiyle kalır. Biraz ciddiyet lütfen :) Neyse sonunda neden
geldiğini anlamadığım gibi, neden gittiğini de anlamadım. Aklıma birkaç şey geliyor
ama hiçbir yere bağlanmaması bir hayalet hikayesi klişesine dönüşmemesi için
daha hayırlı. Ben Winterbottom’ı klişeleri sıkça yıkan adam olarak hatırlamak
istiyorum. Soyadından sonra en çok sevdiğim ikinci özelliği diyelim.
Yorumlar
Yorum Gönder