François Truffaut- L'Homme Qui Aimait Les Femmes/ Kadınları Seven Adam

Çoğu erkek, kadınlardan hoşlanıyor, onlarla birlikte olmak istiyor, onları sevdiğini sanıyor. Ancak sadece kendi erkekliklerini sevmeyi ikinci plana atabilen erkekler, kadınları gerçekten sevebilirmiş gibi geliyor bana. Özel bir kadını değil tüm kadınları sevmek böyle bir şey olsa gerek. L’ Homme qui aimait les femmes (Kadınları seven adam)
tam da adı gibi, kadınları gerçekten seven bir adamın hikayesi. Özel bir kadını değil, sarışınları değil, uzun boyluları değil, kadınları... Bunun bir tek istisnası var. O da bacaklar… Kolayca laubali ve sinir bozucu bir film olabilecekken, Bertrand Morane’ın kadınlara olan sevgisinin inandırıcılığı sayesinde keyifle izlenecek bir yapıt oluyor. Rahatsızlık verici olabilecek bir karaktere, sempati ve şefkat besliyor insan. Aslında Bertrand Morane'in ve dolayısıyla da filmin, isteyene şefkat, isteyene fiziksel aşk, isteyene kendine güven vererek, aslında kendini bir ‘kahraman’ olarak görmeyerek, kadınların yolunda ölmeyi göze alarak samimi olmaması da imkansız.

Aslında Bertrand’a zampara diyemem. Hatta belki hovarda bile anlatmak istediklerime uygun düşmez. Burada gerçek bir özlem ve arayış var. Bir takıntı ama sapıkça değil, muhtaçça. İstediğini zorla alan bir adamdan bahsetmiyoruz, yeri gelince neredeyse tutkuyla aşk dilenen biri. O yüzden Metin Sever’in Sabah Gazetesi’nde yazdığı aşağıdaki satırlara hak veremiyorum.

"Yoksa bir kadını değil, kadınları sevmek başlı başına bir zaaf mı?
Ve bu zaafın cehenneminden geçmeyen kaç erkek var?
Sorular bitmez.
Ancak bu sevginin, zaafın, tutkunun bir de hastalık evresi olduğu kesin. Kapıları bazen tacize, tecavüze açılan.”

Hoş o bu filmdeki kadınlara karşı olan zaafla Dominique Strauss-Kahn arasında bir bağlantı kurup, yazıyı bu konu üzerine yazmış olsa da sözkonusu Bertrand olunca fikrim değişmiyor. Üzerine düşündüğümde, belki bu zaaf bir hastalık olarak yorumlanabilir. Hiperseksüaliteden çok anneyi arama hastalığı. Özellikle erkeklerin bildiği bir hastalık, uğruna bir ömür tüketilen. Bunun çaresi kötü ejderhayı öldürüp, prensesi kuleden kurtarmak. Fakat o zaman da aradığının artık o prenses olmadığını görürsün. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Zaman akar ve insanlar değişir. Konumlarımızı kaybederiz, sonsuza kadar.

Bu filmde de bir arayış görüyorum ben. Bertrand, bir kadından diğerine koşarken, o bunu bilmese de biz biliyoruz; hiçbir zaman annesini bulamayacak. Olay kadınlarla birlikte olmak olarak okunabilir. Ben ise bu filmde şefkat görüyorum. Anne şefkati, Bertrand’ın annesinin asla sahip olmadığı. Onun yerine Bertrand şefkatli, yumuşak… Aslında Bertrand iyi insan. Bir kadına yanlışlıkla umut vermesinin hemen arkasından boş yere ümit verdiğini, bunu bir daha asla yapmadığını söylüyor. Bu günümüzde bir taktik olarak kullanılırken, filmde bu repliği okumak bana biraz garip geliyor. Bertrand’ın yazdığı kitabın ilk adı ‘Hovarda’. Ama editörü bu ismi değiştirmesini, kitabın adını ‘Kadınları Sevmiş Bir Adam’ koymasını salık veriyor. Bingo!

Filmin en ünlü repliklerinden biri Bertrand’ın en çok değer verdiği kadının sarfettiği “Sen aşkı değil aşk fikrini seviyorsun’ repliğiydi. Ben Bertrand’ın aşkı da sevdiğini sanmıyorum. Yani elbet seviyordur ama sevdiği tam olarak aşk ya da aşk fikri değil. O baştan çıkarmayı seviyor. Evet baştan çıkarma aşkın en önemli parçası olabilir ama özlem olmadan hep eksik değil mi? O aşkın oyun tarafını seviyor. Ancak bir oyun aşkı ciddiyetten bu kadar uzak tutar. Bertrand belki de ciddi olmak istemiyor hiçbir kadınla çünkü hiçbirinin annesi olmadığını da biliyor belki. Gönül bilmez sever ama burada bazı zamanlar ‘kötü niyet’ saklı olamaz mı? Aslında gönül de bilir de, çoğu zaman bilmemezlikten gelir.

“Bence aşkın her zaman oyuna benzeyen ve vazgeçilmez bir yanı var.” (Bertrand Morane)

Bertrand’ın yüzüne bakınca ilk düşündüğüm bazı açılardan hala annesini arayan bir çocuğa benzemesi. Kitabını yayınlaması için gönderdiği yayınevinin editörler toplantısında birini ‘hiç büyümeyen bir kadın düşkününün hikayesi’ demesi yazarımız için tam da doğru nokta. Zaten karakteri anlamama yardımcı olan yegane sahneler hep filmin sonuna doğru ve baş kahramanımızın hayatına güzel editörün girmesinden sonra olan sahneler. Yine editörler toplantısından bir sahneyi burada hatırlamak çok da yerinde olacaktır.

-          Kendini dayanılmaz bir baştan çıkarıcı olarak gören bir adam ilgimi çekmiyor.
-          Psikolojik bakımdan hiç tutarlı değil. Çelişkilerle dolu. Kitabın sonuna gelindiğinde bile adamın kişiliği anlaşılmıyor. Hasta mı, takıntılı mı, patolojik bir vaka mı yoksa romantik mi?
-          Sadece bir erkek… Kitabın çelişkilerle dolu olduğu doğru ama kitap gerçeklerden bahsettiğine göre, bunlar hayatın içinden çelişkiler. Ne ispatlamaya çalıştığını anlamak zor diyorsunuz. Bir şey ispatlamaya çalışmıyor. Kendini hiçbir zaman kahraman yapmıyor. Hatta anekdotlarının birçoğu onu kötülüyor. Kafası karışmış. Ama bunu biliyor. Ve kadınlar çoğunlukla kendilerini ona sunuyor.

Bu bölümün karakter hakkında çok fazla ipucu verdiği aşikar. Ama aslında bu bölüm Truffaut’nın kendini anlatma çabası olarak da okunamaz mı? Çok net olmamakla beraber bu filmin Truffaut’nun aşk acılarını anlattığı bir eseri olarak görülüyor. Bence hayatında en büyük aşkının acısını anlatıyor. Annesine olan aşkın acısı… Senaryoda Truffaut’nun da imzasının olması bu soruları akla getiriyor. Bu görüşümü destekleyen bir diğer nokta ise yönetmenin hayat hikayesinde gizli.

1932 yılında evlilik dışı bir ilişkinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Bekar bir anne olan Jeanine de Monferrand, daha 17 yaşındaydı. Biyolojik babası olan Roland Lévy, Yahudi bir dişçiydi. Annesi, François'in doğumundan bir süre sonra mimar Rolan Truffaut ile evlendi. bir süre sonra anneannesinin yanına gönderildi. Zor bir çocukluk dönemi geçirdi. Anneannesinin ölümüyle birlikte annesinin yanına döndü ancak istenmediğini fark etmişti.”

Filmde ise annesinin küçük Bertrand’a yabancı gibi davrandığı ve bulduğu kız arkadaşını ‘düz popolu’ olduğu için aşaladığı sahne ayrıca psikanalitik okumalara açık. Annesini anlatırken, yanında yürürken bunu doğuracağıma bacaklarım kırılsaydı diye düşündüğünü, o yokmuş gibi davranmak için evde çıplak gezdiğini anlatması da bu okumalarda dipnot olarak kullanılabilir.

Filmle ilgili bir diğer fenomen konu ‘bacaklar’. Kadınları anlatırken, severken ve isterken, dize kadar inen eteklerin altından görünen bacaklar ve topuklu ayakkabıların içindeki ayakları kullanmak, kadınları ne kadar da iyi tanımak aslında. Bir kadını arzu edilir ama et parçası gibi durmadan gösterebilecek en muazzam yer; çok da yüksek olmayan topukların üzerinde yükselen bilekler ve baldırlar. Tanrım ne seksapel, ne gizem, ne arzu… Bütün bacaklar anneannemin hep kullandığı ve benim bayıldığım o sıfat gibi; muntazam. Burada yönetmenin de kadınları çok sevdiğini anlıyorum. Çok sevdiğini ve çok iyi bildiğini. Şahsen filmin açılış sahnelerine bayıldım. Özellikle açık mezarın başında görünen sıra sıra bacaklara. Kadın olmam bir şey değiştirmiyor, estetik evrensel sonuçta. Nü bir tablodan zevk almam için nasıl erkek ya da kadın olmam gerekmiyorsa, bu da öyle. Oradaki kadınları arzulamam için erkek olmam gerekmiyor. Aksine benim bile arzu hissetmem, yönetmene tekrar tekrar şapka çıkarmamı sağlıyor.

Burada ‘auteur’ yönetmenleri de ayrıca sevdiğimi söylemeliyim. Bu teoriyi gerçekten önemsiyorum. Çocukluğumda şarkıcıların ne iş yaptıklarını anlamazdım. Çünkü sadece şarkı söylemek için para almak saçma gelirdi bana. Ne kadar realist bir çocuksam artık! Şarkıcılar herhalde şarkıları da kendileri yazıp, besteliyorlar diye düşünürdüm. Aksinin de mümkün olabildiğini öğrendiğimde ne yalan söyleyeyim, biraz hayal kırıklığına uğradım. Konu yönetmen ve senarist olunca aynı şey değil tabii ki ama filmlerle ilgili ilk fikir beyanında bulunmaya başladığımda senaryo üzerine takılır kalır, yönetmenin hakkını çok veremezdim. Herkes sinema filmi yönetmenindir derken, bana daha çok senaristinmiş gibi gelirdi. Bu yüzden auteur teorisini ilk andan beri benimsemişimdir. Bu konuya neden girdim diye düşünecek olursak, filmde kullanılan replikler gerçekten çok iyiydi. Hepsi türünün en iyi örneği aforizmalardı. Örneğin;

"Kadınların bacakları pusula gibidirler, denge ve uyumu sağlarlar."
“Kadınlar ikiye ayrılır: kısraklar ve kediler.”
“Birini incitmeden zevke ulaşmak imkansız mı?”
“Restaurantlar, yeni tomurcuklanan ilişkiler için ideal, evliler için ise berbat bir yerdir. Evliler, yani canı sıkılan fakat bunu kabul edecek cesareti olmayanlar.”
“Erkekler vücutları için sevilmek istemez.”
“Kadınlar aşkı erkeklerden daha genel düşünür.”

Aslında üzerine yazılacak çok şey var. Her bölüm, her kadın, her replik üzerine uzun uzun yazabilirim ama en azından bu yazım okunabilecek uzunlukta olsun. Belki üzerinde durmak istediğim yerleri başka Truffaut filmlerinde tekrar hatırlarım.

Filme genel olarak baktığımızda, her yazımda feminist teorinin ‘cinsiyetçi bakış’ paradigmasını bir yerlere sokuşturan biri olmama rağmen bu filme bayıldım. Hoş zamanında bir eleştirmen filmin zamanlaması sayesinde de sıra dışı olduğunu ifade etmiştir çünkü bu zaman, tam da politik doğruculuk ve feminist teori tarafından filmin aşağılanmasının destek görmeyeceği bir zamanmış. Yani aslında ben rahatça politik doğruculuk ve feminist teoriyi kullanabilirim ama onun yerine psikanalitik açıdan bakmaya çabalıyorum, elimden geldiğince. Ayrıca günümüzdeki dizi ve filmlerdeki çapkınlara baktığımızda çoğu zaman paçalarından bir sırnaşıklık akıyor olur. Kadınları sevmekten çok, kendine tapan, kadınlarla birlikte olmanın onları götürmek olduğu, çok kadının çok skor anlamına geldiği bir dönemde, kadınları gerçekten seven bir adamı izlediğim için ayrıca mutluyum. 10 gün içinde yarım düzine kadınla olması beni hiç mi rahatsız etmiyor. Tabii ki ben de bir kadınım ve bilinçdışım tekeşlilik, bağlanma, yuva kurma ve sıra sıra bebeler diye inliyor ama rahatsız olmuyorum çünkü ben kadınım, o erkek. Yani bu ilişki en başından imkansız.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar