Ingmar Bergman- Viskningar Och Rop/ Çığlıklar ve Fısıltılar

Kimse yüzleşmek istemiyor, herkes affedilmek istiyor.
Modern zamanlarda mıdır yoksa ezelden beri böyle midir bilemiyorum ama kimsenin iyi ya da dürüst olmak gibi bir derdi yok. Bu çok zahmetli bir süreç. Çok fazla fedakarlık gerekiyor. Çok fazla acı çekmek lazım. İnsanoğlu için iyi olmanın bedeli çok yüksek. Fakat vicdanlarımızı rahatlatmak kolay, affedilmek yeterli. Biraz yakınlaşma, birkaç dokunuş ve huzur… Üstelik bunu sık yapmaya da gerek yok, sadece hayatın bize zaman zaman sorduğu ve bizi muazzam rahatsız eden sorulara yanıt vermek zorunda kaldığımız zamanlar, saçlarımızda bir el olsun yeter okşanmak için. Birden kan kırmızıdan beyaza dönüyoruz.
Bergman bu bağışlayıcı ele sahip olamadığı için midir, bu bilinen en temel el olan ailenin foyasını meydana çıkarması? Bitmek bilmeyen bir soğuk savaş sanki. Tarafının bilgilerini sızdırması yetmedi, karşıt propagandasının sonu gelmiyor. Başka hiçbir kurum bunun altından kalkamazdı. Ama aile ‘iktidar’, ‘devlet’, ‘norm’, en ararsınız o iken, bütün doğruların temelindeyken sarsılması beklenemezdi. Umutsuz bir meydan okuyuş bu, ya da canı yanmış bir çocuğun çığlığı, ailenin gür sesinin yanında fısıltı kalan.
1970’lerin başında sonuçları kuşku götürür birkaç film yaptım ama epeyce para kazandım. Farö’nün doğal dikili taşlarının dekoru içinde Liv Ullman’la benim başrolleri oynadığımız çok büyük düşünülmüş ama başarısız yapımdan sonra kişisel durumum kötüydü. Başrol oyuncularımdan birisi kaçıp gitmişti, bense sahnede bir başıma bırakılmıştım. Bir Düş Oyunu’nun iyi bir uygulamasını gerçekleştirdim. Genç bir aktrisitin aşkına aşık oldum, yineleme mekanizması karşısında dehşete düştüm. Adama çekildim ve uzun süren bir melankoli krizi içinde ‘Çığlıklar ve Fısıltılar’ adlı bir senaryo yazdım (Bergman, 1990)
İşte Bergman ‘Çığlıklar ve Fısıltılar’ı böyle bir melankoli içinde yazıyor. Zaten ne gelirse başımıza melankoli yüzünden gelmiyor mu? Onunla da olmuyor onsuz da. İlham olarak bakarsak doğumumuz da ondan, İsveç ve intihar olarak düşünürsek ölümümüz de…
Film üzerine yazılmış birçok şey okudum. Yazıların çoğu yüzleşmeden bahsediyordu, kız kardeşlerin geçmişleri ve kendileriyle yüzleşmelerinden. Ama bana daha çok Bergman yine kendiyle yüzleşmiş gibi geliyor. Ayrıca rahatsız olduğumuz, çünkü bizde de var olduğunu bildiğimiz her insanlık halini neden yüzleşme sayıyoruz. Kaçan bir ben varım sanıyordum. Halbuki sayıca ne de çokmuşuz.
Çığlıklar ve Fısıltılar’da en büyük hesaplaşmayı yine Bergman yaşıyor, yine ve yeniden annesiyle hesaplaşarak. Belki terk edilmemiş Bergman ama hayran olduğu annesiyle hiç de istediği kadar yakınlaşamamış. Ailenin en çok sevilen ferdi, küçük kız kardeşiymiş. Hatta bu yüzden çocukluğunda onu öldürmeye bile kalkışmış. Ona sürekli eziyet eden abisi kızıl hastalığına yakalandığında ise günlerce ölsün diye dua etmiş. Bu ayrıntıları hatırladığım zaman, 3 kız kardeşle Bergman’ın kendi kardeşlerini özdeşleştirdim. Her zaman sevimli, neşeli ve güler yüzlü kız kardeşi Margareta, akılcı ve ağırbaşlı abisi Ernst ve hayalci ve kendine özgü Ingmar. Bu durumda Agnes’i Ingmar Bergman’la eşleştirdiğimi söylememe gerek yok sanırım. Bir tarafta her zaman annesinden ilgi, daha da çok ilgi bekleyen, bu uğurda yalanlar söyleyen, hastalıklar geçiren fanteziyle gerçeği ayıramayan bir Ingmar Bergman var. Diğer tarafta anne ve babası tarafından çok sevilen, yumuşak Margareta.
Aile albümündeki bir fotoğrafta kül sarısı saçları, korkudan faltaşı açılmış gözleriyle yuvarlak, küçük bir insan görüyorum. Yumuşak ağzından güvensiz ellerine kadar bir duyarlılık abidesi. Margareta hem annem hem de babam tarafından çok sevilmişti. Biraz birinin biraz ötekinin gönlünü hoş etmeye uğraşmış, çetin ve söz dinlemez iki erkek çocuğun yarattığı sorunları gidermek için yumuşak başlı bir çocuk olmaya çalışmıştı (Bergman, 1990).
Bergman’ın kendi anlatımıyla Margareta Liv Ullman’a ne kadar benziyor değil mi? Hem de canlandırdığı Marie karakterine…
Karin ise Ernst Bergman. Her zaman mesafeli ve akılcı. Yedi dil bilen, başkonsolos.
Acımasızdı, bencildi, şakacıydı, babamdan nefret etmesine karşın her zaman ona yaranmaya çalışmış, yorucu iç çatışmalarına, kendini koparıp özgür kılma çabalarına karşın anneme her zaman bağlı kalmıştı (Bergman, 1990).
Aslında Bergman ne Agnes kadar inançlı ne de sevecen. Ama onun diğerlerinden daha çok Anna’nın gösterdiği türden bir şefkate ihtiyacı var.

Bergman bu filminde de genelde anne-oğul ilişkisi olarak ele alınan konuyu anne-kız olarak işlemiş. Böylece birçok benzerinden de ayrılıyor. Annelerinin sevgisini daha da ötesi annelerini paylaşmak zorunda olan 3 kardeş birbirlerini sevebilir mi? Ölümcül bir rekabetle başlayan bu yarış berabere bitebilir mi ve en iyi ihtimalle böyle olsa bile kardeşler birbirini gerçekten sevebilir mi? Özellikle anne demek hayatta kalmak demekken… Mesela Bergman bir kardeşini öldürmeye çalışırken, diğeri ölsün diye dua ederken, yaşları ilerlediğinde birini umursamazken ve diğerinin hayallerini yıkarken bu dünyada korkunç şeyler yapan caninin teki miydi? Yoksa aslında hepimiz birer cani miyiz? Bu soruların cevabı yok. Yani var ama, herkesin içinde. O yüzden ben ancak kendi cevabımı paylaşabilirim burada. Kardeş olmak zor, bileğimizde altın künye biçiminde bir prangayla doğuyoruz. Kardeş sevilmez mi diye zaman zaman ben de soruyorum ama bu soruya yanıtım açık değil, çünkü hala öğretilenlerden kurtulamıyorum. Zihnim cavap verecek kadar berrak değil. Ama şunu biliyorum. Bileğimizdeki bu pranga aile olmanın, kardeş olmanın bir bedeli. Hayatta verdiğimiz sınavlardan, katlandıklarımızdan biri. Haşmet Babaoğlu’nun çok güzel bir Pazar notu vardı; kardeşini sevmek kaderini sevmektir. İşte tam da bu yüzden kader gibi. Kaderimizi sevmeliyiz ve belki de buradan yola çıkarak kardeşimizi de. Ama yine de çok sıkı fıkı bir kardeş ilişkisine sahip olmanın yolu kardeş olmasan bile geçinebileceğin insanlarla kardeş olma talihi ya da inançlı olmak. Bundan mıdır kardeşlerini en çok seven ve onlara bir çeşit mükemmellik atfeden kişi Agnes, yani hepsinden daha çok inançlı olan.
Daha önce de değindim bence bir yüzleşme filmi değil bu, Bergman’ın yaşadığının dışında. Bu bir bağışlanma filmi. Bu yüzden Karin ve Marie, Agnes’in yanındalar. Aslında gerçekten yardımları dokunduğu da tartışılır. En ihtiyaç duyduğu anda yanında Anna var. Yeniden diriliş sahnesinde bile Agnes’in elini tutan Anna oluyor. Diğerleri bir görevi yerine getirmek üzere yerlerini alıyorlar, bir tiyatro sahnesi misali. İşte bazen kader sevilmiyor, sadece tahammül ediliyor. O zaman da sonuç böyle oluyor. Maske takıp, rol yapan kardeşcikler. Neden en samimi Anna peki? Yeri geldiğinde kardeş, yeri geldiğinde anne, yeri geldiğinde ise arkadaş. Çünkü o inanıyor. Tanrı’ya inanıyor, kadere inanıyor. Belki de maske takmamasının bir diğer nedeni alt sınıftan olması. Mutlak Töz adlı sitede okuduğum yazının verdiği ilhamla filmde sınıfsal ayrımları düşündüm. Zaten maskelere en çok ihtiyaç duyanlar orta-sınıf değil midir? Tasasız olmak için fazla zengin, umursamaz olmak için fazla fakirler. İpi kavrayamıyorlar ama bırakamıyorlar da ucu kaçsın. Arada, maskeleriyle başıboş ruhlar gibi dolanıyorlar. İyi olmak zorundalar, doğru olmak zorundalar, normal olmak zorundalar, normlara uymak zorundalar. Çünkü bütün gözler onların üstünde. Bu gerilim çoğu zaman kalan iyilik kırıntılarını da yok ediyor. Elimizde ‘doğru’ insanın bir karikatürüne benzeyen maskeler kalıyor. Oysa Anna… Sakin, sevecen ve anaç Anna… Maskesiz Anna… Sen kimsin ki maskeye ihtiyacın olsun. Sen yokken, bir kimliğin bir yüzün bile yokken maske senin neyine. Boşver Anna, bırak dağınık kalsın sen böyle çok daha güzelsin.
Kırmızı… Daha önce ‘Yüz Yüze’ (Ansikte Mot Ansikte) filmi hakkında da yazmıştım. Orada yine bilinçdışı rüyalarında ya da arafta gezinen kızın kırmızı başlığının psikanaliz okumalara açık olduğunu söylemiştim. Bu sefer o kadar kolay kurtulamayacakmışım gibi görünüyor. Daha ilk sahnede kıpkırmızı bir odada beyazlar içinde uyuyan Marie öylesine etkileyici ki… Sonraki sabah yine kırmızıya muazzam bir kontrast oluşturan beyazlı kadınlar, evden çıkarken son olarak simsiyahlar. Okuduğum yazılarda odak noktası kırmızı rengiydi. Oysa ben burada kırmızı-beyaz- siyah üçgenini ele almak istiyorum.
 

Görüntüler isimli kitabında İngmar Bergman şöyle yazar: “Çığlıklar ve Fısıltılar dışındaki bütün filmlerim siyah ve beyaz şeklinde düşünülebilir. Senaryoda, kırmızı, benim için ruhun içini temsil etmektedir. Çocukken ruhun bir ejderha, mavi bir duman-yarı kuş yarı balık geniş kanatlı bir yaratık - gibi gökyüzünde hareket eden bir gölge olduğunu hayal ederdim. Fakat ejderhanın içindeki her şey kırmızıydı” (Akdoğan, 2010).
Kırmızıyı birçok şeyle açıklayabilirdim. Ama işte Bergman bu. ‘Ruh’ diyor ve geriye pek de fazla söylenecek söz kalmıyor. Evet kırmızı aynı zamanda duygular, tutku, şehvet, öfke, nefret, insanın elinde olmadan oldukları aslında. Bu yanıyla ruha ne kadar yakın. Onun kadar karmaşık ve tehlikeli.
Kırmızının psikanalizi ateşin psikanalizine benzer bu noktada; tutkuların ve düşlerin olduğu kadar, arzu ve korkuların da rengidir. Utancın ve ne kadar derine gömülürse gömülsün yok edilemez olanın. Şevhetin ve şiddetin, hatıraların ve ateşin rengidir kırmızı, tarihe bakacak olursak bir anımsayış ve unutuş eylemi olarak devrimin de (Mutlak Töz, 2012).
Beyaz ise bir maske bu filmde, kadınların giydiği. Vicdan, iyilik, doğruluk, kişinin olması gerektiğini düşündüğü her şey, toplumun ol dediği her şey. Temizliğin de beyazla özdeşleştirildiğini hatırlayın. Temizlik, aslında bütün izleri siler, bütün yaşanmışlıkları. Bir de siyah var tabii ki, bir kendilik hali, karanlık, gerçek, yalnız, hoşa gitmeyen ama var olan. Kadınlar siyah aslında, herkes siyah. O hikaye öyle değil, yanılıyorsunuz. Beyaz kuğuların arasında bir siyah kuğu yok. Bütün siyah kuğular beyaz maske takıyor. Birileri bizi kandırıyor. İnsan olmanın dışında bir şey olduğumuza inandırmaya çalışıyorlar bizi. Karanlığımızı kabullenmemizi önlüyorlar.
Filmin daha en başında beyazlar içindeki kadınlar kırmızı duvarlara gerçekten baksalar, ne olduklarını hatırlayıp daha en başında siyah elbiselerini geçirecekler kollarından. Ama hayır illa bir ‘şey’ gerekiyor. Belki bir trajedi, bizi yüzleşmeye zorlamasına bile gerek yok. Bir soru sorsa bile yeter. O cevapları hiç bilmiyoruz çünkü.
Bergman, hemen her filminde beni bu sorularla başbaşa bırakır. Bütün büyük sanatçılar gibi soru sordurur. Cevabını vermesi şart değildir, hatta cevabını bilmesi de şart değildir. Bütün büyük sanatçılar gibi dinsel, geleneksel kaynaklarından filizlenir Bergman da. Bu filizlerle ilişkisi her zaman doğru bir ilişki olmasa da kaynağa saygı gösterir ve o kaynaktan susuzluğunu giderir (Derin Düşünce, 2008).
Çoğu zaman bu ‘şey’ ölüm oluyor. Ölüm bize daima yaşamı hatırlatıyor. Ölenden çok kendimize mi ağlıyoruz bazen merak ediyorum. Özlem bir yana, cevaplarını bilmediğimiz sorular soran ölüm yüzünden mi ağlıyoruz cenazelerde, yoksa cevapları bulamadan ölmekten mi korkuyoruz. Bu bir yüzleşme değil demiştim. Yüzleşme cesaret ister, emek ister. Kız kardeşlerin aslında bir yüzleşme yaşamaya hiç de niyetleri yok. Onlar hasta kardeşlerine karşı olan sorumluluklarını bir an önce yerine getirmek istiyorlar. Ama ölüm bu, soruları durur mu? Cevap arayan kardeşlerin flashbacklerle gittiğimiz geçmişlerini, yalnızlıklarını, yanlışlarını hatırlamaları bundan. Sonra çözülmelerin başlaması da. Aslında umursamaz olan Marie’nin ablası Karin’e yaklaşması da, Karin’in zırhını aralayıp ruhuna dokunulmasına az da olsa izin vermesi de, Marie ve Karin’in Agnes’e olan ilgileri de hep bundan. Bu yüzleşme değil, bağışlanma arzusu, hayat tarafından. Ama ölümün etkisi çabuk geçiyor. Ölüm Agnes’i alıp gittiği andan itibaren, sorular da unutuluyor. Çünkü herkes üstüne düşen vazifeyi sonuna kadar yerine getirdi. Agnes öldü ve defter kapandı. Belki de bu yüzden Agnes’in dirilişi kardeşleri bu kadar rahatsız ediyor. Çünkü hesabı tekrar açmak istemiyorlar. Kendilerini kandırmaya devam edecekler çünkü, ne de olsa bağışlandılar, temizlendiler, yeniden doğdular, ikinci bir şansları daha var artık. Ahh ölüm sen nereden çıktın? Tanrım ne münasebetsiz bir şeysin. Biz kefaretimizi ödedik yine niye geldin?
Sonunda herkes özüne döner, siyahlar giyilir. Hayat kaldığı yerden devam eder. Yine herkes kendini kandırmaya devam eder. Gerçekten vaftiz edildik sanırız, bunu gerçek bir yüzleşme sandığımız gibi.


Kaynakça
BERGMAN, Ingmar (1990) Büyülü Fener. İstanbul: Agora Kitaplığı.

Yorumlar

  1. İrvin Yalom'un hararetle tavsiye ettiği bir film'dir bu.İnsanın ölüm korkusu,kötü yaşanmış bir yaşamınkaygısı üzereine psikolojik boyutları olan evrensel bir film...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar