Mia Hansen-Løve- Bergman Adası/ Bergman Island
İlk Bergman filmimi izlediğim günü o kadar net hatırlıyorum ki, gözlerimi
kapattığımda elimin altındaki tahtaların dokusunu ve rüzgârın kokusunu
hissediyorum. Aynı bu film gibi sıcak ama Bergman’ın melankolisinin sindiği bir
gündü. Bir yaz sonu günüydü ve biz Sessizlik’i izlemek için ekran karşısına
geçmiştik. Ben birazdan ve ondan sonraları ruhumun hissedeceği tüm
rahatsızlıkları bilirmişçesine yerde, tahta döşemenin üstünde oturuyordum.
Havanın sıcaklığını bölen, arada sırada esen ve perdeleri havalandıran
rüzgardı. Bembeyaz ahşap döşemeye, koltuklara ve perdelere inat, beyaz kupamın
içinde simsiyah bir kahve eşlik ediyordu seyrime ve o simsiyahlık tüm diğer
beyazlarla garip bir şekilde uyumluydu. Bir yaz günü Farö’de olmak gibiydi. Ve
ben Sessizlik’le aşık olduğum yönetmeni bir yaz filmi ile işte böyle andım.
Amy gibi benim için de Bergman bir sığınak, bir teselli belki de… Ya da
diğer taraftan film üzerine okuduğum bir yazıda geçen çok güzel bir ifade ile, belki
de en iltihaplı pişmanlıkları harekete geçirmesi için gelen bir davet[1]. Bu
hikâyeye kimin tarafından baktığımızla da alakalı, Chris miyiz yoksa Amy mi?
BERGMAN’IN İZLERİ
Bergman Island, adı üzerinde yönetmen Ingmar Bergman’ın yaşadığı ve
aslında kısmen ‘onun adası’ olan Farö’de geçiyor. İç içe geçmiş 2 farklı ilişki
hikayesi üzerinden, aslında birbirinin aynı 3 kadının (Mia, Chis ve Amy)
değişim ve dönüşüm hikayesini anlatıyor. Mia Hansen-Love’ın doğallıkla inşa
ettiği, acıtan ama kanatmayan bir evren. Aydınlık bir melankoli, bu ne kadar
mümkün olabilirse. Bir yandan olgun bir kabul ama bir yandan da aslında çocukça
bir inkâr hikayesi. Sonuçta ‘kim sevgilisine hoşça kal diyebilir ağlamadan’
diye sorarken fondaki şarkı, ayrılık da aşka dahil. Yetişkin olmak da böyle bir şey değil mi, ne
kadar acı çekersen çek acıdan ölmeyeceğini, hiç istemesen de geçeceğini, devam
edeceğini ve hatta devam etmesi gerektiğini içten içe bilme hali…
Aynı filmin ilk sahnesi gibi; uçakta türbülans vardır, öleceğimizden
eminizdir ama biri yine de her şey yoluna girecek der ve biz inanırız. İşin
kötüsü de o ses haklıdır, biz bir şekilde hayatta kalırız.
Bergman’la, onun geçtiği yerlerde, hayatının diğer tüm detaylarını içeren
sohbetlerle başlayan ve adeta onun izlerini takip eden filmde, kurgu ve gerçek
birbirine karıştıkça ilişkiler nerede başlar ve nerede biter diye sorarken
buluyorum kendimi, ya da gerçekten biter mi?
Amy ve Joseph’e bakalım. Karmaşık, gelgitli
bir geçmişleri var. Ama koşullar değişmiş ve hayatlarında artık böyle bir aşk
hikayesi için yer kalmamış. İlk dönemleri çok erken, ikinci dönemleri ise çok
geçmiş. Bu film onların gerçek vedalarını içeren son sahne, üçüncü ve son
bölüm. Ama bir yandan da Chris’in vedası ve hatta gerçek hayatta yönetmen
Hansen-Love’ın ve aslında hepimizin.
Mia Hansen-Love, filmi ünlü yönetmen Olivier Assayas’la yaşadığı uzun
süreli ilişkinin sonlanmasının hemen ardından yazıp çekiyor. Kendi kişisel
vedasını da aynı zamanda, hayranı olduğu Bergman ile yapıyor.
Filmin çıkış noktası birkaç yönetmen hakkında bir film yapmak iken, sonrasında
bu fikir, bir yönetmenle yaşamanın ve bir yönetmen olmanın nasıl bir his
olduğunu düşünmeye ve en sonunda ise, aile hayatı, çift olmak ve yaratıcılık dengesi
üzerine bir düşünme eylemine evriliyor.[2]
Bu denge, yönetmenin de film ile ilgili vermek istediği asıl mesaj ya da vermeyi amaçladığı mı demeliyim? Çünkü ben de bu yazıya başlarken yazmayı amaçladıklarımdan çok daha farklı bir yerdeyim. Geldiğim nokta beni bile şaşırtıyor. Katmanları soydukça, altından çıkanlar kendimle ilgili fark etmediklerim aynı zamanda. Ve neredeyse yönetmenin de benzer bir yolculuk yaşadığına eminim.
Denge konusu, en açık şekilde filmdeki bir akşam yemeğinde yine Bergman
üzerinden sorgulanıyor. Bu kadar çok film çekmek ve aynı anda 9 çocuk
yetiştirmek mümkün müdür? Ama asıl mesele, Bergman dile değil, tüm
zayıflıklarını yaratıcı bir güce dönüştürmekle ilgili.
“Asla onun (Bergman’ın) sahip olduğu yaratıcı güce sahip olamayacağım. Asla aynı anda 60 film yapıp, 9 çocuk sahibi olamayacağım. Kişisel hayatım ve mesleğim arasında bulmam gereken denge hakkında çok şey var. Fakat bu yine de benim mesleğim. Bergman için olduğu kadar benim için de önemli, sadece daha farklı.”[3]
ADA
Chis Farö ise, Amy Bergman’ın geride bıraktığı adadır.[4]
Farö adası da başrol oyuncularından biri. Film boyunca tüm karakterleri hem
birleştiriyor hem de dönüştürüyor. Geniş çekimlerde bol bol ada
manzaraları izlerken ve dalgaların, ağaçların ya da rüzgârın sesinde adeta onu
dinlerken, nasıl canlı ve umut verici bir şekilde aydınlık. Filmde yaşanan, yaşanacak
onca kalp kırıklığına ve tüm o bitişlere rağmen kulağımıza her şey yoluna
girecek diye fısıldıyor. Yönetmen, acılı bir dönüşüm hikayesini aslında hiç de
acımasız olmayan aksine zarif bir biçimde, hayat işte! diyerek anlatıyor.
Bu huzur verici sakinlik Bergman’ın bizzat kendisine ve filmlerine de kontrast oluşturuyor ki bu Chris’in de dikkatini çekiyor ve filmin bir yerinde ağzından şu sözler dökülüyor: “Neden bir kez bile mutluluğu keşfetmedi. Şu adaya bak, evlerine ve şu manzaraya. Buradaki her şey filmlerinden daha az karanlık” ama aslında filmin en başında cevabı Chris çoktan vermiş, aslında yüreğinde biliyor: “(Adayı kastederek) Çok iyi olduğunu düşünmüyor musun? Çok güzel? Tüm bu mükemmellik ve kusursuzluk çok depresif”
Aslında tüm bu adaya bakış, bir nevi ilişkilere bakış olarak da okunamaz
mı? Manzaramız mutluluk dolu ve kusursuz olabilir ama bu gerçekten mutlu olmaya
yeter mi? Yoksa tüm bu pürüzsüzlük gerçekten depresif değil mi?
Chris’in kurgu olan hikayesi akarken, aklıma yine Chris’in Bergman üzerine
yaptığı yorum geliyor: “Onun filmleri yalnızca incitiyor. İçinde katarsis
olmayan bir korku filmi gibi, tüm bunların senin de başına gelmeyeceğinden emin
olamıyorsun.”
Aynı bu film gibi diyorum, aynı Chris’in filmi gibi. Nasıl yönetmen Hansen-Love
Chris’in hikayesi ile dönüşürken, Chris de Amy ile kurtulmaya çalışıyor kendi
yüklerinden. “Bu üç kadını, meslekleri ve ada dışında birbirine bağlayan
şey, hepsinin bir sona ihtiyaç duymaları ya da belki bir kaçışa. Aradıkları her
ne ise, sadece birbirlerine verebilecekleri bir şey.”
Chris tüm o hikâyeyi anlatırken hem kendinin hem de hepimizin hikayesini
anlatıyor. Ve bu, aslında o başucuna asılmış beyaz elbisenin de hikayesi aynı
zamanda. Hani aşkın başında askıya özenle asılan, üzerinde gururla taşınan, en
heyecanlı ve mahrem anlara şahit olan, buruşmasından korkulan ama hayal
kırıklığı ile en sonunda parkenin üzerinde dertop edilmiş halde bırakılan.
Hepimiz biraz o beyaz elbiseyiz, beyaz mı ya da bej mi tam olarak emin
olunamayan. Yönetmenin de dediği gibi, kurgu (ya da bana göre filmin ta kendisi)
kim olduğumuzla ve aynı anda kim olmadığımızı ortaya çıkarmak ile ilgili, kim
olamazsın ve aslında içinde kimsin.
Who are you? You or me?
Farö’ye götür beni dedim. Bu ada, yalnızca yazlara ve çokça adalara özgü o
zamanın durması hissini tetiklemiyordu, aynı zamanda başka bir evren ile aramda
duran bir köprüydü. Aynı zamanda bir kaçıştı, yaşamamıza, başa çıkmamıza ve
aynı zamanda inanmamıza yardımcı olan.
Yorumlar
Yorum Gönder