Filmekimi- "Norm'alin dışında kalanlar"



İzmir’de böyle etkinlikler yapıldığında seviniyorum çünkü İzmir bu etkinliklere aç bir kitleye ev sahipliği yapıyor. Yani belki talep İstanbul'daki kadar değil (Bunu festivale 3 gün kala tüm filmlere bilet bulabilmemden anlıyorum. İstanbul'da mümkün değildir.) ama en azından Karaca Sineması’nın koltuklarını doldurmaya yeter de artar ya da herhangi bir tiyatro salonunu. Eskisi gibi değil elbet. Konser ya da tiyatro alanlarında da büyük gelişme var. Artık sadece Fazıl Say veya Genco Erkal gelmiyor İzmir’e. Ama bir tarafıyla da eksik hep. Biraz köhnemiş bir ruhu var çünkü. Hala kabul edemediği, barışamadığı uçları var İzmir’in.
Filmekimi’nin çeşitli illere de yayılması fikrini kim bulduysa alnından öpmek gerektiğini düşünüyorum. Böylece evimden sadece 40 dk. uzaklıkta film festivaline katılmış oluyorum. Bunun için taa İstanbul’a gitmeme gerek kalmıyor.
Festival izleyicisi olmak biraz ayrıcalıklı bir durum bence. Sanki özel bir kulübe üye olmak gibi. Birçoklarının anlamadığı sinema aşkını anlayabilen, bu arzuyu paylaşabildiğin bir salon dolusu insan. İlk filmimde karnımda kelebekler uçuşuyor, çok mutluyum ama yanımdaki izleyicinin de aynı duyguları hissettiğini bilmek, güven duymamı sağlıyor. Kendimi çok huzurlu hissediyorum. Yıllardır aradığım gerçek yuvamı bulmuşum sanki. 3 gün boyunca buradan bir yere kıpırdamamak istiyorum. Burada yemek ve uyumak… 
Salonun çoğunluğunu akademisyenler ve öğrenciler oluşturuyor. Her köşe başında film kritikleri yapılıyor, birkaç öğrenci ve hocaları arasında. Biraz dostlar alışverişte görsün havası var. Anladığım kadarıyla Filmekimi’ne gitmek havalı bir olay. Herkesin önünde biletlerini defalarca sayan, sabahtan beri salonda olduğu için yüksek sesle ayaklarının tutulduğundan şikayet eden insanlardan anlıyorum ki ne kadar çok filme girersen o kadar havalısın. Ama aynı sinema aşıklarını neden İzmir Film Festivali’nde göremediğimi de düşünüyorum. Bu sene 19-24 Kasım arasında yapılması düşünülen festivale geçen seneki ilgi epey azdı. Filmlerin çoğunu 4-5 kişi izledik. Tabii ki her seans ve her film hakkında bilgim yok ama çoğu böyleydi. Kabul ediyorum, çok başarılı bir organizasyon değildi ve tabii ki Filmekimi’ndeki yönetmenler kadar da tanınmış değildi yönetmenler ama gerçek bir sinemasever için en önemlisinin tesadüfen karşılaştığı sürprizli filmler olduğunu düşünüyorum. Beklemediğin bir anda karşına çıkan ve sana yeni dünyalar sunan sürprizler. Yoksa Ozon ve Jarmush’u annem de izler.
Nitekim Ozon ve Jarmusch’u annem de izledi. Daha birçok filmi görme şansım oldu ve blogumda filmlerin bende bıraktığı izler üzerine birkaç cümle karalamak istiyorum. Onlarla biraz daha zaman geçirmek için bu yazıya ihtiyacım var.  
 <Sen Şarkılarını Söyle/ Inside Llewyn Davis>
Hepimiz ‘başarılı’ olmak isteriz. Belli bir yaşa kadar bunun başkaları tarafından fark edilmesini bekleriz. Sonra bunu fark edemedikleri için çevremizdekilerin şapşal olduklarına kanaat getiririz. Son olarak da acı bir deneyimle ‘başarısız’ olduğumuzu kabulleniriz. İşte bu film, bu acı veren ‘kabullenişin’ filmi. Llewyn Davis de bizden biri. Bir gün keşfedileceğini umarak sefil bir hayat süren bir country şarkıcısı. Film boyunca çabalıyor ama sonunda anlıyor. Bu kadar karanlık bir aydınlanma olur mu hiç? Bu bize yapılır mı diyorum. Salondakiler henüz çok genç…
Filmin en sevdiğim sahneleri yolda geçen sahneler. Llewyn gidiyor, gidiyor, gidiyor hem gerçek olarak hem de mecazi olarak. Ama bütün yollar Roma’ya çıkmıyor işte, hep başa dönüyor. Hepimiz bazen yorulmadık mı yol olmaktan, yorulup yine de başladığımız yerde olmaktan? Aklıma bir söz geliyor ‘topraktan gelip toprağa gidiyoruz’. Bu cümleden daha iyi hangi cümle anlatır hep yerimizde saydığımızı bilemiyorum.
Yine de film tüm melankolisine rağmen içimizde ‘iyi’ bir his bırakıyor. Sanki hepimiz baştan yenilmişliğimizi kabul ediyoruz ve bu kabullenişin huzuruyla izliyoruz filmi. Tüm bunlara rağmen benim için ‘iyi bir film’den öteye geçemiyor. Pazar günü evde keyifli bir film izleyip ertesi gün unutacaklara göre.

<Genç ve Güzel/ Jeune&Jolie>
Hangi sınıra kadar ahlaklı sayılıyoruz? Ahlak nedir? Ahlaklı olup olmadığımızı kim belirliyor? Ve en önemlisi ‘ahlaklı’ olmak istiyor muyuz? Francois Ozon’un yeni filmi aklıma bu soruları getirdi. Eminim onun bundan çok daha derin soruları vardır ama ben burada takılıp kalıyorum işte. Son yıllarda Fransız sinemasında bile isteye seks işçiliği yapan genç kızların anlatıldığı filmlere rastlıyorum (Bkz. Elles/ Kadınlar). ‘Elles’ erkeklerin ikiyüzlülüğünü vurgularken ‘Jeune&Jolie’ ise orta sınıfın ikiyüzlülüğünü anlatıyor. Yoksa Ozon neden Isabelle’in karşısına, kocasını en yakın arkadaşının kocasıyla aldatan anneyi koysun. Bu durum, bizim de neleri, nereye kadar kabul edebileceğimizi sorguluyor. Annenin kocasını aldattığı adam, en yakın arkadaşının kocası olmasa, durum kabul edilebilir olur muydu ya da Isabelle yaşlı erkeklerle karşılığında para almadan beraber olsa?
Ozon yaşlı erkeklerle para karşılığı beraber olan 17 yaşındaki Isabelle’i anlatıyor son filminde. Isabelle’in hem paraya ihtiyacının olmaması ve hem de bir ‘gündüz güzeli’ olmaması bize bu işi neden yaptığını sorgulatıyor ama her cevabımız Ozon tarafından reddediliyor. Yaşlı erkekleri göz önünde bulundurarak ‘baba şefkati eksikliği’ demek istiyoruz ama Ozon bu konunun da üzerinde çok durmuyor, bizimkisi ise bir tahminden öteye gidemiyor. (Yaşlı erkekler şefkat değil ama güvenlik alanı Isabelle için; bu başlı başına bir yazı konusu). Ozon, Isabelle’in hikayesini gerçekten tarafsız kalarak sunmayı başarıyor ve biz sorularımızla baş başa kalıyoruz. ‘Benim bedenim’ eylemleri yapan kadınların bile kolay kolay kabullenemeyeceği bir çıkmaza giriyoruz. Neden? Aslında çok da bir önemi yok. Bunu sadece Isabelle’in gözlerine bakarak bile anlayabiliriz. Isabelle’in içi bomboş, bu boşluğu doldurabileceği bir şey buluyor ve buna sıkı sıkıya sarılıyor, artık bize söz düşer mi? Bize gerçekten söz düşer mi, Ozon bile kendinde bu hakkı görmezken?
Peki anne kendini neden bu kadar hayal kırıklığına uğramış hissediyor? Çünkü seks işçiliği onun sosyal sınıfına ait bir olgu değil. Kocanı aldatabilirsin, başkalarını dolandırabilirsin ama seks işçiliği… İşte nedenini o da anlayamıyor. Hatayı kendinde, Isabelle’in babasında, Isabelle’in psikolojisinde arıyor ve Isabelle’in pişman olmasını istiyor ve hepimiz Isabelle’in pişman olmasını bekliyoruz. En azından bu olsun, Isabelle bildiğimiz düzene uysun istiyoruz. Ama filmin sonunda seks işçiliğine tekrar dönüyor. Son sahnede yatakta doğrulduğunda, gülümsemesinden, tüm bunların nedenini kavradığını çıkarıyoruz  ama biz sorularımızla birlikte salonu terk ediyoruz.    

<Geçmiş/ Le Passe>
Geçmiş, Farhadi’nin usul usul, dantel gibi işlediği filmi. (Bu metaforu pek sevdiğimi söyleyemem ama bizzat yönetmen de çalışmasını böyle tanımlamış!) Gerilimi de dramayı da aynı sakinlikte veren ve yağ gibi kayan bir film. Geçmiş gerçekten geçmiş midir peki? Marie ve Samir yeni bir aile kurmaya hazırlanan bir çift. Üstelik Marie Samir’in çocuğuna hamile. Ama geçmiş geçmiyor bir türlü, Marie’nin Ahmet’i (eski kocası) kıskandırmak için yaptıklarıyla, Samir’in karısıyla Marie arasında her kalışında tekrar tekrar diriliyor.
Farhadi’nin bu yeni filmi gerçek bir film, hikaye ve oyunculuklar çok sahici. Acılar ve pişmanlıklar… Zaten İran sinemasının en büyük meziyeti de bu değil mi?
Geçmiş, sıradan bir boşanma hikayesi olarak başlayıp, iç içe geçmiş birçok hikayeye ev sahipliği yapıyor. Her hikayeyle bizi yeni sürprizler bekliyor ve bu durum son sahneye kadar sürüyor. Yine de film vakur havasını kaybetmiyor, anlattığı hikaye yıkılmıyor, her seferinde darbelerle biraz daha güçleniyor.
Tüm bu gücüne rağmen, film bittikten sonra hafızamızda aynı hızla kayıplara karışıyor. İyi bir hikaye seyrettiğimi biliyorum ama hiçbir sahne bende özel bir iz bırakamıyor. Sadece şu söz geliyor aklıma ‘geçmiş geçmek bilmiyor, gelecek gelmek bilmiyor’. İşte bu film bu iki zaman dilimi arasında kalanların hikayesini anlatıyor. Marie’nin özlemi de, Ahmet’in herkese kol kanat germesi de, Samir’in çaresizliği de, Fuat’ın öfkesi ve Lucie’nin pişmanlığı da hep bundan, bu arada kalıştan.

<Sadece Aşıklar Hayatta Kalır/ Only Lovers Left Alive>
Vampirlerin neresini daha çok seviyorum bilemiyorum. Sanırım, yanlış yapmak ve doğruları bulmak için hiçbir zaman geç kalmayışlarını. Ölümden korkan bizler için belki de anahtar kelime, ölümsüzlüktür. Ya da ölümsüzlüğün de bir tür ölüm hali olduğunu bilmemiz. Belki de güzel tenlerini ve karanlıkta kalmalarını seviyorumdur. Bilemiyorum. Bildiğim tek şey; ben bu vampir çifte bayıldım.
Hayat bütün kitapları okuyacak, bütün müzikleri dinleyecek ya da bütün filmleri seyredecek kadar uzun değil. Yükümlülüklerimiz var, işlerimiz var, aile kurmak var, çocuklar var. Eğer bir kadınsan her şey iki kat fazla ve ağır. Zaman asla yetmeyecek, çaba asla bitmeyecek. Ama bir tarafta da Adam ve Eve var işte. Sevdikleri nesneleri fetiş haline getirmiş, sonsuzlukta asılı kalmış iki aşık. Adam enstrümanlara ve müziğe aşık, Eve ise kitaplara ve edebiyata. Hangisini daha çok arzuluyoruz acaba? Hayatı istedikleri gibi yaşamalarını mı yoksa bitmeyen aşklarını mı? Aslında her ikisi de elde edilebilecek şeyler, peki neden bazılarımız için imkansız? Çünkü bazılarımız ‘dışarıda’ kalmayı asla kabul edemezler. Çünkü bazılarımız her zaman sevilmek isterler. Başlarına gelen her güzel anı paylaşmak, daha doğrusu göstermek isterler. Gerçekten karanlıkta kalma bedelini ödeyebilir miyiz? Hayatta yalnız iki kişi olmayı ve seni onaylayan diğerlerine ihtiyaç duymamayı başarabilir miyiz?
Jarmusch’un son filmi, festivalin en sevdiğim filmlerinden biri ve bence en gönül çalıcısı. Yönetmen bildik ögeleri kullanıp, onları baştan yaratmış ve şahane bir evren kurmuş. Henüz film başlarken iki ayrı yerde Adam ve Eve’i görüyoruz. Adam elinde gitarıyla koltuğa uzanmış ve Eve onlarca kitabın arasında yatıyor. Fonda şahane bir müzik… Daha ilk sahnede yakalıyor bizi yönetmen. Sonrasında vampirler, edebiyat, müzik, Fas atmosferi derken, hepsinden büyüleniyoruz. 
Adam ve Eve (Adem ve Havva). Siyah ve beyaz. Ying ve yang. Pesimist ve optimist. Biri ölmek biri yaşamak istiyor. Belki de tam da bu yüzden adı aşk yaşadıklarının.
Tanrım şu yazıya bak! Romantik miyim, neyim?

<Mavi En Sıcak Renktir/ La Vie D’Adele Chapitre 1 Et 2>
Aşk dokunmaktır. Bunu bize aşık iki kadının sevişmesinden daha iyi ne anlatabilir? Heteroseksüel bir ilişkide başrolde hep penis vardır. Her şey onun için yapılır sanki. Uyumasın da büyüsün, deriz. Alınıp da boynunu bükmesin, diye uğraşırız. Hepsi bittikten sonra methiyeler düzeriz ki bir dahaki sefer yine havaya girsin. Ya ortada bir penis yoksa? Özgürlüğü düşünebiliyor musunuz? Ama işte orada hayalgücüne ihtiyaç vardır. Ve işte orada aşk vardır.
Bu bir LGBT filmi değil bence. Sadece böyle lanse edilmesini anlamıyorum. Başrolünde iki kadın olması hiçbir şeyi değiştirmez, bu bir aşk filmi hatta son zamanlarda izlediğim en iyi aşk filmi. Çünkü bize dokunmanın değerini anlatıyor. Çoğu seyircinin aksine, uzun süren ve pornografik sınırlara dayanan sevişme sahnelerinden rahatsız olmamam bundandır. Ben orada, perdeye bakarken dokunmanın değerini anlıyorum. Bunu açıkça görüyorum. Bunun aşk olduğunu görüyorum. Bu yüzden bence sevişme sahneleri ‘olmazsa olmaz’dı.
Aklımda son sahnelerden biri var. Adele ve Emma ayrıldıktan uzun bir süre sonra tekrar buluşurlar. Adele Emma’ya dokunmak ister ama kendini durduramaz, Emma’nın elini ağzına sokar ve emer. Adele, Emma’yı yemek ister sanki. İşte aşkın en somut halidir o an. O kadar aşıksındır ki karşındakini yemek istersin. Onsuz bir dakika dahi geçmez artık, içine sokmak istersin ki, sonsuza kadar seninle kalsın.
Adele ve Emma ilk bakışta aşık oluyorlar. Adele içinde yaşadığı boşluğu, sanki her daim rol yaptığı hayatını Emma’yla dolduruyor ve kendini onda buluyor. Ne yazık ki her aşkta olduğu gibi, kendi hayatın olmazsa, başkasının hayatı da olamazsın! Filmin ilk bölümünde başlayan ve yükselen aşkları, ikinci bölümle birlikte rutinle tanışıyor ve hızla yokuş aşağı ilerliyor. Aşk birbirinin boşluklarını tamamlamaksa, Adele ve Emma bu açıdan eşit değiller. Emma işine de aşık, Adele ise sadece Emma’ya. O yüzden Emma’nın verdikleri yetmeyecek Adele’e, her gün biraz daha yalnız hissedecek. Sonrası ise her ilişki gibi... Asla “O’nun gibi” olmayacağını bilseniz de hayat ilerlemeniz için itekleyecek sizi.
Kalıcı olan ise hep “boşluk!”

<Günahın Dokunuşu/ Tian Zhu Ding>
‘Mazlumun zalimliği’nden herkes gibi ben de korkarım. Çünkü bilirim ki bu yol öyle sanıldığı kadar uzun bir yol değildir. Kişinin elinde kaybedecek bir şey bırakmamak kafidir. Ezile ezile hiçleşen insanın intikamı, yaşadıkları kadar acı vericidir. İşte bu film, mazlumların zalimliği üzerine bir film. Ama yargılamak o kadar da kolay değil işte. Ne diyorum ben? Tabii ki o kadar kolay, bunu anlamak için çevreme bakmam yeterli. Sınıflandırma yapmak yeterli, gerisi kendiliğinden geliyor zaten. Önyargılar, ayrımcılık ve ötekileştirme için basit bir genelleme yeter. Mazlum katil olduğunda ya da intihar ettiğinde ise göz ucuyla omzumuzun üzerinden bakar ve ‘böyle olacağı belliydi’ der ve genellemelere daha sıkı sarılırız. Sanki olanlar bizim suçumuz değilmiş gibi.
Suçlarımızı anlamak için bu filmi izlemek yeterli. Sadece fabrika sahibi, para babası ya da erkek olmak gerekmiyor suçlanmak için. Bilip de susmak, göz yummak da suçlu yapar bizi. Susuyorsan sonsuza kadar susacaksın o zaman, yargılamak gerektiğinde en önde sıraya girmeyeceksin.
Jia Zhang-Ke’nin Cannes’da en iyi senaryo ödülünü alan bu filmi, 4 hikaye anlatıyor bizlere. Kasabadaki yolsuzluklara isyan eden bir maden işçisi, tacize uğrayan bir resepsiyonist, çözümü silahta bulan bir işçi ve daha iyi yaşam şartları peşinde koşan bir genç çözüm olarak ölüme sığınıyorlar. Ya başkalarının hayatlarını ya da kendi hayatlarını alarak bir çıkış yolu arıyorlar.
Bu hayattan bir çıkış yok mu?.
Ama filmi seyrederken “onca masum da öldü” deyip geçebilirsiniz de… Peki biz sahiden masum muyuz?

<Gloria>
Bu sene Filmekimi’nin teması ‘norm’alin dışında kalanlar’ olmalı.
Bu sözcük oyununu Altyazı dergisinin son sayısında gördüm ve kullanmak istedim. Derdimizi daha iyi ne anlatabilir ki? Gloria da norm’al olmayan bir kadın. Çünkü başta kadın, 58 yaşında, boşanmış ama tüm bunların ‘ol’ dediği kadın değil. Bu yüzden o hem özgür hem de yalnız bir kadın. Her başına buyrukluğun bir bedeli var ve Gloria bu bedeli ödemeye çoktan hazır. Çünkü o Gloria.
Gloria güldüren ve aynı anda içimizi acıtan bir film çünkü bir gün hepimiz bu seçimi yapmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Ya normlara uyar ve bağıra basılırız ya da düzeni bozar ve dışlanırız. Bu işin matematiği oldukça açıktır. Biz kadınlara baksanıza. Ya evlenip çocuk yapar ve yuva kurarız. Ya da bunları reddeder ve evde kalmış, kedili meczup damgası yeriz. Gençken özgürüzdür, sorun yoktur ama yaşlandıkça yavaş yavaş adlarımız delilikle birlikte anılır. Bu sistem kadın için çok acımasızdır ve bu yüzden Gloria da bizim için daha değerli bir filmdir.
Erkekler sağlamcıdırlar. Onlar, evde bekleyen kadınlar bulmadan çapkınlığa çıkmazlar mesela. Filmdeki Rodolfo karakterine baksanıza, Gloria’yla olmak istiyor ama evdeki karısını da terk edemiyor. Gloria kırılıyor ama kimi kandırıyoruz, Gloria bu hayatı seçerken zaten kırılmaları da kabul etti. Gloria, tüm bunlara rağmen Gloria ve tüm bunlar sayesinde. O arabasında bağıra bağıra ben özgürüm diye şarkı söyleyen, kendi adının geçtiği şarkıda dans eden, gizli gizli ağlayan ama neşesini hiç kaybetmeyen bir kadın. Bazen ‘genç’ değil ‘geç’ kaldığının farkında ama o Gloria.  


<Son Durak/ Fruitvale Station>
Alkışlar ve gözyaşları eşliğinde salondan çıkarken dünyanın herhangi bir yerinde ‘beyaz olmamak’ zor diye geçiriyorum içimden. Durumun sadece bir renk mevzusu olmadığının farkındayız sanıyorum. Beyazlık ne ırk, ne etnik köken, ne sınıf ne de cinsiyet tanıyor. ‘Beyaz olmamak’ tedirgin, deyim yerindeyse diken üzerinde yaşamak demek, yanlış anlamaların hayatına mal olabildiği bir dünyada. ‘Fruitvale Station’, çok aşina olduğumuz bir konuyu ne eksik ne fazla, tam kararında anlatmasıyla, dozunda draması ve gerçekliğiyle çok iyi bir film.
Film boyunca Oscar’ın ne kadar ‘iyi’ bir insan olduğuna vurgu yapılıyor. Oscar uyuşturucu satmayı da bırakarak ‘temiz’ bir hayat seçmek istiyor ama ne kadar ‘temiz’lense de ‘beyaz’layamıyor işte. Bu, onun sonu oluyor. Evet Oscar sadece siyah olduğu için öldürülüyor. Bu kadar basit, hayat bu kadar basit işte.
Salonda hıçkırmamak için elimi yumruk yapıp, ağzıma sokuyorum. Biliyorum, Oscar ölecek ve ben yine bir şey yapamayacağım. Bu film üzerine daha fazla ne yazacağımı bilemiyorum. Keşke bu film sadece festival izleyicisi tarafından izlenmese, televizyonlarda da gösterilse ve herkes izlese. Biliyorum böyle onlarca film var ve biz hala aynıyız. Sadece gidin, bulun ve izleyin diyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar